24 Şubat 2016 Çarşamba

Jane Austen Olmak

19.yüzyıl İngiliz Edebiyatı denilince insanların aklına ilk gelen isimlerden birisi Jane Austen’dır. Dönemin modern edebiyatını oluşturmuş; sade, etkili, karakter gözlemleri kuvvetli ve nüktedan anlatımıyla dünya klasikleri arasına girmiş olan künt eserler vermiştir.

Dünyanın en ünlü yazarlarından Jane Austen 16 Aralık 1775 Hampshire Steventon’da sekiz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu olarak hayata başlamıştır. Altı erkek kardeşi ve Cassandra adında bir de kız kardeşi vardır. Babası George Austen bir kilise papazıydı ve aynı zamanda tarımla da uğraşıyordu. Jane Austen; 1783'te Oxford'da bir akrabası sayesinde okumuş; eğitimine Southampton'da devam etmiş; en sonunda da kadınlar için bir okul olan Reading, Berkshire'da Abbey okulunda okumuştur. Çağındaki diğer kızlara göre aile yönünden daha şanslı olduğu aşikârdı. Babası eğitimi ile ilgilenmiş hatta papaz evinin ahırını yaz tatillerinde ailelerin oyunlarını sahneyebileceği küçük bir tiyatroya çevirmişti. 18 yaşına geldiğinde Jane piyano çalıyor, annesine yardım ediyor ve aile içinde eğlenmek için gündelik yazılar ve hikâyeler yazıyordu.

Babası, Jane’in bu hevesini fark etmiş ve tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmakla beraber bir de yayımcı bulması için yardım etmiştir. Bu şartlar altında Jane Austen ilk romanını 1789 yılında tamamlamıştır.
Austen El Yazmaları


Tarih Aralık 1795 olduğunda Jane Austen, Londra’da bir hukuk öğrencisi olan İrlandalı Tom Lefroy ile tanıştı. Tom Lefroy ile Jane Austen kısa bir süreliğine Hampshire’da komşu olarak yaşamışlar ve bu süre zarfı içinde danslara, oyunlara ve sohbetlere katılmışlardır. Evlenmeyi düşünseler de Tom Lefroy, o dönem bir sulh yargıcı olan amcası Benjamin Langlois’in hamiliği altındaydı ve bu evliliğe bir papaz kızı olan, daha önce de hiç evlenmemiş Jane’in getirebileceği bir geliri yoktu. (O dönemdeki İngiltere’de soylu bir aileden gelmeyen ya da evlenmemiş olan kadınların bir geliri yoktu.) Bunun üzerine Ocak 1796 ‘da Lefroy ile bir daha görüşmemek üzere ayrıldılar ve görüşmediler. Daha sonra 1799’da Tom Lefroy, varlıklı bir kadın olan Mary Paul ile evlenmiş ve ilk kızının adını Jane koymuştur. Yıllar sonra yüksek hâkim olan Lefroy, Austen için “Çocukça bir aşktı.” demiştir ancak Austen’ın vefatının ardından mezarına ziyareti borç bilmiştir. Jane Austen’ın bu sevdası ve hayatı başrolde Anne Hathaway’ın olduğu Becoming Jane (2007) adlı
filmde işlenmiştir ve beğeni toplamıştır.(Imdb:7,1)

Jane Austen 1796 yılında en beğenilen romanı olan “First Impressions” adlı romanı yani bugün bizim bildiğimiz adıyla “Pride and Prejudice”ı tamamlamıştır. (Türkçe’ye Aşk ve Gurur olarak çevrilmiştir.) Ancak roman yayımcılar tarafından pek beğenilmemiş ancak 1813 yılında basılabilmiştir. Romanda başroller orta sınıf, soylu sayılamayacak bir aileye sahip Elizabeth Bennet ile güçlü bir toprak soylusu olan Fitzwilliam Darcy’dir. Çoğu kişiye göre Austen, Darcy karakterini yaratırken Lefroy’dan esinlenmiştir. Kız kardeşi Cassandra’ya yazdığı bir mektupta Lefroy’dan bahsederken bir an için Pride and Prejudice’ın Darcy karakteri aklınıza gelebilir: " ... Muhtemelen erkeklerin en huysuz, en küstah, kendini beğenmiş, edepsiz, tahammül edilemez ve en saygısızı..."

Pride and Prejudice günümüze kadar defalarca dizilere, filmlere ve hatta yan kitaplara konu olmuştur. İşlenen filmler genel olarak kitaba göre yavan olsa da diziler içerisinde kitaba uygunluk ve işleniş açısından tavsiyem BBC’nin yapımını üstlendiği Colin Firth ve Jennifer Ehle’nin başrolleri paylaştığı 1995 yapımı versiyonudur. Yan kitaplardan ise hikayenin devamını merak eden Jane Dawkins, kahramanların hayatını bir yıl boyunca devam ettirip Pemberley’den Mektuplar isimli bir kitap yazmıştır. Yazıldığı günden bugüne kadar hep ilgi görmüş ve görmeye devam edecek, her çağda okunacak bir dünya klasiği olmuştur Pride and Prejudice.

Austen 1805 yılında babasının ölümünün ardından erkek kardeşinin yazlığında annesi ile birlikte kalmaya başlar, şimdi ise bu ev Jane Austen Müzesi olarak İngiltere’de ziyaretlere açıktır. (Chawton Cottege)
Jane Austen Müzesi

İlk romanı Sense and Sensebility 1811 yılında basılır, büyük yankı uyandırır. O dönemde kadınların kitap yazması hoş görülmediği için Austen ismini kullanmaz ve kitap “A Lady” imzası ile basılır. Bu kitabın ardından 1813 yılında Pride and Prejudice, 1814 yılında Mansfield Park ve 1815 yılında Emma yayınlanır. Jane Austen’ın adının bu kadar kalıcı olmasını sağlayan şey roman türüne getirdiği modern, ince ve zarif anlatımından kaynaklanır. Dönemin kültürünü, toplumun olaylar karşısında verdiği tepkileri çok yüksek bir gözlem gücüyle okuyucuya sunar. Ayrıca yazarın dili sade ve bir o kadar da etkileyicidir. Karakterler günlük hayatlarını yaşarken Austen onları olamayacakları biri yapmaya çalışmaz. İç karartıcı, kötü olaylar yazmaktan hoşlanmaz. Özellikle Mansfield Park’ın sonunda daha fazla üzücü şey yazamayacağını açık ve net bir şekilde belirtip olayları hızlandırmıştır. Bir Austen klasiği olarak kitapları mutlu son ve evlilik ile biter.

42 yaşına gelen Austen 18 Temmuz 1817 hayata gözlerini yumar. Ölüm nedeni tam bilinmemekle birlikte çoğu yerde göğüs kanseri olarak geçer. 42 yıllık hayatında hiç evlenmemiş, dünya klasiklerinde künt eser olmuş 6 kitap bırakmıştır. Vefatından sonra 1818 yılında Northanger Abbey ve Persuasion basılır. Austen’ın cenazesi Winchester Katedrali’ndedir.

Eserleri:

• Sense and Sensibility (1811) Akıl ve Tutku, Aşk ve Yaşam
• Pride and Prejudice (1813) Aşk ve Gurur, Gurur ve Önyargı
• Mansfield Park (1814) Umut Parkı
• Emma (1815)
• Northanger Abbey (1818) - Ölümünden sonra yayınlandı.
• Persuasion (1818) - Ölümünden sonra yayınlandı.
• Lady Susan (1794 – 1805)
• The Watsons (1804) – Yarım kalmıştır.
• Sandition (1817) – Yarım kalmış ancak 1975 yılında başka bir yazar tarafından bitirilip yayınlanmıştır. Jane Austen’ın hatırasını saygıdan ötürü yazar kitabı “Another Lady” olarak yayınlamıştır.



13 Şubat 2016 Cumartesi

Pemberley'den Mektuplar

Kitap Adı: Pemberley’den Mektuplar
Yazar: Jane Dawkins
Sayfa Sayısı: 188
Okuduğum Yayınevi: Bilge Kültür Sanat
Basım: 1 / 2011

Jane Austen ünlü romanı Aşk ve Gurur’u (Orjinal adı Pride and Prejudice) duyan ve okuyan ya da onlarca uyarlamasından herhangi birine denk gelen oldukça insan vardır. Bu kitap da Jane Austen’ın Aşk ve Gurur romanına hayran kalmış ve hikayenin sonunda acaba neler oluyor diyen Jane Dawkins tarafından kaleme alınmış.

Kitap Elizabeth Bennet’in orjinal kitaptaki son adıyla Bayan Darcy’nin biricik kardeşi Jane’e bir yıl boyunca yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bayan Darcy’nin Pemberley’e ilk geldiğinde hissettiklerini, Bay Darcy’nin ona yaklaşımını ve aralarındaki bir yıl boyunca ilişkiyi ve Bay Darcy’nin kardeşi Georgiana’nın geleceğini Jane Austen’ın tutumuyla ve bakış açısıyla anlatmaya çalışmış. Öyle ki Jane Austen severler kitapta onunla ilgili şeyler bulabilirler.

Kitabın okunması hızlı, anlatımı ise sıkıcı değil, fakat Austen’ın diline benzer ancak onun cümleleri kadar derin değil cümleler. Yazar Elizabeth’in karakterini elinden geldiğince mektuplarda yansıtmış ve onun nüktedan, eğlenceli anlatımını kullanmış.

Aşk ve Gurur’dan sıkılmayan, Pemberley’de sonraki bir yıl neler olduğunu çok merak eden, Bay Darcy’nin karşılıksız hayranları bu kitabı okurken eminim beğenecekler. 
İyi okumalar:)


Jane Eyre Mini Seri-BBC 2006

Yönetmen: Susanna White
Yayın Tarihi: 2006



Çoğunuz Charlotte Brontë’nin en ünlü kitabı Jane Eyre’i duymuşsunuzdur. Sadece kitabı değil filmi, dizi, devam hikayeleri de olmuş asıl kitabın basıldığı 1847 yılından itibaren çoğu okurun gönlünde yer tutmuştu.

2006 yılında ise kitap BBC tarafından tadına doyum olmayan mini seri ile tekrar sevenlerin karşısına çıkmış. Kitabın 1983 uyarlamasını ve filmini de izledim fakat başrol arasındaki uyum bu mini seride kesinlikle çok iyi olmuş. Karakterlerin dış görünümlerinde ufak tefek kitapla uyuşmazlıklar olsa da (Rochester’ın mavi gözlü oluşu gibi) çekilmiş en iyi Jane Eyre uyarlaması olduğunu düşünüyorum.

Mini seri dört bölümden oluşuyor, başrollerde Ruth Wilson ve Toby Stephens var. Aralarındaki uyuma bir kez daha değinmeden edemeyeceğim, ikisi de oyunculuk ve karakterlerin aurası açısından çok iyi çıkarmış. Özellikle Ruth Wilson Jane’in ağırbaşlı, dışarıdan soğuk ve keskin mizacını çok iyi canlandırmış.


Hikayede ana karakter kitaba ismini veren Jane Eyre. Hayatın ona getirdikleri karşısında doğru bildiğini yapmaktan çekinmeyen, yüce gönüllü, doğruyu ve yanlışı keskin sınırlarla ayırt edebilen bir kadının aşkını bulmasını görüyorsunuz. Ve aşkı ile doğru olduğunu düşündükleri arasındaki bocalama ile kararlarının doğurduğu sonuçlarını sizi de sürükleyerek aktarıyor. Akıcı ve romantik klasiklerden hoşlananlar için harika bir eser.

Dizi ve kitap uyumuna gelecek olursak kitabı okumamış ancak diziyi izlemek isteyenler için elimden geldiğince spoiler vermemeye çalışacağım ama yine de değinmekten kendimi ne kadar alabilirim bilmiyorum. Dizide Jane’nin Mrs. Reed yanında yaşadıkları biraz yüzeysel kalmış, ilk kısımda hızlıca geçildi ve Jane bir anda kendini gönderildiği yatılı manastırda buldu. Manastırdaki olaylarda kitaptakine göre oldukça geri planda tutulmuş ve kitaptakine oranla karakter sayısı neredeyse tamamen azaltılmış. Helen ile Jane arasındaki samimi dostluk kurulması da bir anda oldu ve bitti. Ve ilk bölümde Jane kendini Rochester’ın yanında buldu. 


Ancak ana olaylar tamamen kitaba uygundu, hatta karakterlerin çoğu repliği kitap ile benzerdi. Ama senaryoda değişen ufak tefek şeyler kesinlikle zevk vermeyen bir sunum oluşturmuyor ya da hikayede eğreti durup insanın canını sıkmıyor.

Her biri yaklaşık elli dakikadan oluşan dört bölümün ardından dizinin ve hikayenin tadı damağınızda kalıyor. BBC kesinlikle harika bir iş çıkarmış. Eğer Jane Eyre uyarlaması izlemek gibi bir niyetiniz varsa ya da klasik uyarlaması izlemek istiyorsanız en iyi seçeneklerden olduğunu vurgulamalıyım. İyi seyirler :)


İzlemek isteyenler için bölümler:






Bayan Nobody-3 Soruların Filizlenmesi

Yeni sıra arkadaşım Bay BendenFarklı cidden adının hakkını veriyordu. Onu biraz tanıtacak olursam eğer, dışarıdan bakıldığında çok sessiz, sakin ve uysal bir görünüm verir. Oysa görünümün gerçek ile hiçbir alakası yok. Zaten insanlar hakkında oldum olası yanılmışımdır, dışarıdan bakıldığında kişinin nasıl biri olduğunu algılamam oldukça zordur. Ve Bay BendenFarklı da bu konuda çoğu insanı yanıltabilecek bir kişiliğe sahip. Bana gelince insanların yaşları konusunda bile sadece yaş aralığı verebilirim, net söylediğimde genelde hataya düşerim. Fazlasıyla kötü bir gözlemci olduğum kanaatine varılabilir buradan yola çıkarak. Özellikle hayatımın o dönemini koyu bir perdenin arkasından yaşadığım varsayılırsa mazur görülebilir belki bu durum. Sıra arkadaşımla kaynaşmamız çok uzun sürmedi. Çoğu konuda söyleyecek şeyleri olan, samimi olduğu insanlarla her şart altında bir sohbet açmayı becerebilen bir insandı. Samimi olmadıklarıyla da gayet iyi geçinebiliyor, düşüncelerini karşıdaki kabul etmese bile net bir özgüven ve mantıklı açıklamalar ile ifade ediyordu.
Sınıftaki genel olarak sessizliğe dayalı ruh hali yavaş yavaş kaybolmaya ve yerini muhabbetlere, kahkahalara bırakmaya başlamıştı. Ben ise hala değişime ayak uydurmaya çalışıyordum, yeni insanlar ile tanışmanın verdiği heyecan ve eski arkadaşlıklar ile aradaki bağı devam etme isteği üzerimdeydi. Sık sık ilkokuldaki en yakın arkadaşım ile mesajlaşıp birbirimizi ne kadar özlediğimizi söylüyorduk. O arkadaşım ve ben bambaşka çevredeki, bambaşka liselere gitmiştik. Hem yol yakınlığı, hem de eğitim, kafa ve görüş yakınlığı olarak… Eski sınıfımdaki diğer herkes ise ilkokula en yakın düz liseye gitmişti ve herkes birlikteydi. Onları bir ara ziyaret etme düşüncesi yavaş yavaş filizlenmeye başlamıştı, çünkü o güne kadar dışarıda oturup bir şeyler yapmak gibi bir alışkanlığımız hiç olmamıştı. Bu konuda ne onlarda ne de bende böyle bir istek vardı. Sanki arkadaşlar ile yalnızca okulda görüşülebilineceğini düşünüyorduk.

Ders aralarında okulun ilk günlerinde tanışıp aramın iyi olduğu Bayan Üçüncü ve ortak arkadaşımızın oturduğu sıraya gidip onlarla muhabbet ediyordum. Her şeye ikisi birlikte karar vermeye başlamışlardı yavaş yavaş, kızların o bilindik her yere birlikte gitme alışkanlığı baş göstermişti. Tuvalete, koridora, kalorifer peteği yanına, pencere önüne, kantine, bahçeye ve aklınızın gelebileceği her yer beraber gitme isteği… Bir yere giderken sürekli bana da sesleniyorlardı ve ben bu durumun ne kadar gülünç olduğunun henüz farkında değildim. Biraz yadırgıyordum ama henüz bu konuda sitem edecek kadar samimiyet kurmamıştık. Örneğin ben tuvalete, fotokopiye giderken ya da öğretmenler odasına giderken kimsenin yoldaşlığına ihtiyaç duymuyordum. Ama diğer iki arkadaşımın tek başlarına bir şey yapması sanki mümkün değildi. İlerleyen günlerde tuvalete birlikte gitmekten ciddi anlamda sıkılmaya başlamıştım. Çok hassas bir burnum vardır ve duyumsadığım her kokuyu onun katları şeklinde arttırıp hissedebilirim. Ve lise tuvaletlerini az çok tasavvur edebilirsiniz, çoğu zaman ne kadar havasız ve iğrenç koktuğunu, insanın neden girmek istemeyişinin nedenleri gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Erkekler tuvaletinde durum nasıl bilmiyorum ama kızlar tuvaletinde bir de sosyal bir ortam havası vardır. Açıklamak gerekirse sevgilisi ile kavga etmiş, arası bozulmuş bir kızın tüm arkadaşlarıyla birlikte ilk uğradığı yer tuvalettir, hoşlandığı çocuk ile karşılaşmış ya da bu konu ile ilgili anlatılacak bir şey varsa ve vakit kısıtlı ise genelde tuvalete gidilir, can sıkıntısından ağlamak isteyen kız da tuvalete gider, en yakın kız arkadaşına diş bilemiş kızlar da ona hak veren kızlar ile tuvalete gider, makyaj yapanlar, tuvaletteki kalorifere yapışanlar falan derken genel olarak tuvalet ve kızlar arasındaki ilişki: kızlar lisede tuvalete gider. Hem de her türlü sosyal, duygusal durumda bu görevi hakkıyla ve belli bir bilinç ile yerine getirirler. Ben de tuvaletin kokusundan ve hoşlanmak bir yana dursun, bende buram buram kaçma isteği uyandıran bu topluluğu nefes almak istediğim her tenefüs arasında görmekten usanmak üzereydim. Ama durumun saçmalığını karşı tarafa açıklamak hiç kolay değildi, bunun için ders araları genelde böyle geçiyordu. Bir de sınıfın o dönem nasıl bir ruh halinde ve karakterde olduğunu toy halimle bir türlü tahlil edemediğim bir grubu vardı. Sonradan anlayacağım kadarıyla hiçbiri boş insanlar değillerdi, hepsinin belli yetenekleri, hoşlandığı şeyler, uğraşları vardı. Üniversitede gördüğümüz çabucak kaynaşan bohem gruplara benzetiyorum şimdi biraz biraz. Vaktimi bazen onlarla geçiriyordum. Ama çok ilginç geliyorlardı sürekli, kendi kafasındaki kıyafet tasarımları yapan, her zaman elinde Vogue dergisi olan, boynu bükük ateşli komünizm savunucusu olan, faşizmden nefret edip kendi ait olduğu insan ırkı konusunda üstün düşünceleri olan falan falan derken hayli karışık bir topluluktu. Yavaş yavaş insanları tanımaya başlıyordum, dostluklar kurulmaya başlıyordu ve ben tam bu noktada koptum. Öyle bir kabuğuma çekildim ki kimse kurtaramazdı beni. Evde ve bende ilginç sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

İlginç bir ergenlik döneminin eşiğindeydim artık. Benden altı yaş küçük kardeşimin yaptığı her hareket dünyadaki en aptal davranış olarak gelmeye başlamıştı. Anneme ve babama kızgındım. Hatta babamdan nefret ediyordum. Annem hiçbir şeyi umursamıyordu, hiçbir şey bilmiyordu, anlamıyordu, anlaşamıyordu, beklentileri çok farklıydı. En büyük çocuğuydum ve ergenlik denen şeyin ne olduğunu annem daha önce bu kadar net görmemişti. Aramızdaki kuşak farkı çok derindi. Annem kırkını, babam ise elliyi geçkindi. Aramızda yarım asır vardı ve ailem bu açığı kendi hayat şartlarından dolayı kapatamamışlardı. Kendi çocuklarının bir anda nasıl bir sinir topu, sorun makinesi haline geldiklerini anlamıyorlardı. Onlar için suçlu bendim ve benim için de suçlu herkes ve her şeydi. İlk sınavlar gelmişti, ben kafamı toplayamıyordum. Sınavlarım kötü geçiyordu, eskiden dersler konusunda var olan kendime güvenim sarsılmaya başlamıştı.

Sorgulamak istiyordum var olan her şeyi, gelenekler neden vardı? Gelenekleri yıkmak ne demekti? Tanrı var mıydı? Tanrı mıydı yoksa Allah mıydı? Neden Tanrı denilince dindar biri sinirleniyordu? Her şey kesin olabilir miydi? Ya da her şeyin belirsiz olması mümkün müydü? Evren neydi, var oluşu neye dayanıyordu? Diğer dinler nasıldı? İnsanlar neye inanıyordu? İnançlarını nasıl yaşıyorlardı? Diğer kültürler nasıldı? Ve kafamda tonlarca soru oluşmaya başlamıştı. Bu soruların oluşmasında beni farkında olmadan yönlendiren sevgili sıra arkadaşımın da payı vardı. Kafamın çalıştığını hissediyordum fakat esasen bir çözüm yolunu bulma ihtimali yoktu çoğu soruma karşılık. Evdeki herkes ile kavga ediyordum. Huzursuzdum sürekli, eve gelince dışarıdaki sakinliğimden eser kalmıyordu. Ama evdeki özel durumumdan hiç kimseye bahsetmiyordum. Hem utanıyordum bu sorunlardan hem de bu konuda dertleşebileceğim kimse yoktu. Kimsenin özelime ve derinime inmesini, beni tam anlamıyla açıkta bırakmasını istemiyordum. O zamanlar bu kadar temkinli davranmak sonradan işime yarayacaktı. Ben böyle çalkalanırken günlük sıradan tuvalet rutinimizi etkileyecek bir şey oldu: 

Bir anda Bayan Üçüncü birinden hoşlanmaya başladı. Bu sır ile üç kişinin arasındaki samimiyet tam anlamıyla resmileşmişti.

9 Şubat 2016 Salı

Dalgaların Sesini Anlatabilen Yazar : Yukio Mişima

Yukio Mişima yirminci yüzyıl Japon edebiyatının en büyük temsilcilerinden, gerçek adıyla Hiraoka Kimitake’dir. Babasının yazar olmasına karşı çıkması sebebiyle takma adıyla pek çok alanda eserler vermiştir. Ama adının asıl duyulduğu alan edebiyattır.

Mişima ilk romanı Tōzoku'yu (Hırsızlar) 1946 1948'de yayınlamıştır. . Fakat asıl ününü bu eserinin ardından çıkan ve otobiyografik bir çalışma olan Kamen no Kokuhaku (Bir Maskenin İtirafları) ile kazanmıştır ve 24 yaşında büyük bir ün kazanmıştır. Nobel Edebiyat Ödülü’ne üç kez aday gösterilmiştir, fakat ödülü yakın arkadaşı Yasunari Kavabata almıştır. Mişima öykülerini kurarken insanın aklını darmaduman ederken ayrıntılara verdiği önem ve betimlemeleriyle okuyucuya başka bir bakış açısı sunar. Şu ana kadar Türkçe’ye yedi eseri Can Yayınları tarafından çevrilmiştir. Kişisel olarak beni en çok etkileyen ve en sevdiğim kitabı Dalgaların Sesi’dir. Balıkçılık ile geçinen sakin ve küçük bir Japon adası olan Uta-Jima’daki hayatın akışını ve saf bir aşkı konu alıyor. Kitabı okurken rüzgarın dudaklarınızı çatlattığını, güneşin ve denizin tuzunun teninizi yaktığını, dalga seslerinin kulaklarınızda yankılandığını hissediyorsunuz. Başkahraman doğanın ona söylediği şarkıyı duyup yeni yetmelikten, kendi iradesine güvenen bir adam oluşunu yavaş yavaş, şarkılar söylerek anlatıyor Mişima.

Yukio Mişima’nın sadece hayatı ve görüşleri bile insanları derinden etkileyebilecek bir tablodur. Mişima 12 yaşına kadar babaannesi Natsu’nun yanında yaşar, dışarı çıkmasına ve başka çocuklarla oynamasına izin verilmez. Natsu, Mişima’nın karakterini oluşturacak temel yapıtaşı olacaktır. Mişima’nın Japon değerlerinin ateşli savunucusu olmasının, hayatının ve ölümünün nedenlerinin Natsu’nun üzerinde bıraktığı büyük etkiden doğduğu anlaşılacaktır. Natsu, samuray aile geleneğinden bir aileye mensuptur ve evlendikten sonra da bu geleneklere bağlı kalmıştır. Mişima da yıllar sonra Japon değerlerinin “modernizm” ile çürütülmesine karşı net bir tavır almış ve samuray geleneğini savunmuştur. Hatta bu yolda kılıç ve dövüş ustası da olmuştur.

Mişima’nın samuray değerlerinin yanında başka bir bağlılığı da Japon İmparatoru’naydı. Fakat 124. Japon İmparatoru Hirohito, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geleneksel Japon inancına göre gücünü güneşten alan mertebesini bırakarak Mişima’yı büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır. Ayrıca dönemin Japonya’sının siyasi karışıklarını ve eski düşmanı ABD ile antlaşmalar aracılığıyla bağlanmış olmasını hoş karşılamamıştır.

Askerlikten çürük raporu ile muaf olan Mişima, o zaman büyük bir sevinç yaşayan bir adam iken yıllar sonra ülke yönetiminin eski düşmanın yedeğinde bir siyaset yolu izlemesini kabul edemeyecek seviyeye gelecek ve yüz kişilik gelenekçi bir ordu kurup Samuray yasalarına bürünecektir. Bu ordu ile Savunma Bakanlığı’nı basacak; ölümü onun siyasi manifestosu olacaktır.

Bu yüz kişilik orduyu kendi cebinden askeri bir eğitim verdiği “Kalkan Derneği” (Tate no Kai) bünyesinde eğitir. Mişima’nın ağzından örgüt şöyle tanımlanır: 

Kalkan Derneği bekleme durumunda olan bir ordudur. Günümüzün ne zaman geleceğini bilmek imkansız. Belki hiçbir zaman, belki de yarın. Oraya kadar hazır olda kalıyoruz. Sokaklarda göster i yapmak yok, Molotof kokteylli ya da taşlı kavgalar yok. En son ve en beter ana kadar, eylemlerle şerefimizi tehlikeye atmayı reddediyoruz. Zira dünyadaki en küçük ve ruhuyla en büyük orduyuz.” Bu süreçte Mişima artık hayatının son demlerini yaşamaya başlamıştır.
Mişima’nın öldüğü sabah üç arkadaşı ile birlikte Savunma Bakanlığı’nı bastılar ve bir generali rehin alıp sandalyeye bağladılar. Bakanlıktaki bütün birliklerin dışarıda toplanmasını yoksa generalin öleceğini bildirdiler. Bunun sonunda Mişima toplanan bu kalabalığa manifestosunu sundu. 
Biz Japonya’nın refah sarhoşu olduğunu ve ruhsuzluk içinde mahvolduğunu görüyoruz. Ona kendi suretini tekrar göstereceğiz ve bunu yaparak öleceğiz. Sizin için ruhun öldüğü bir dünyayı kabullenirken sadece yaşamanın önemli olması mümkün müdür? …”  
Aşağıdaki kalabalıktan yuhalamalar, küfürler yükselmeye başlar. Bunun üzerine Mişima geleneksel Japon intihar yöntemi ile intihar eder.

Ölümü sonrası annesinin “Ona acımayın. Hayatında ilk kez yapmayı arzu ettiğini yaptı.” Sözleri Mişima’nın duygusal alt yapısını anlamak açısından önemlidir.

Eğer Bestseller’den sıkılıp artık kaliteli kitaplar okumak istiyorsanız Mişima güzel bir adres. Mişima’nın kitaplarına baktığınızda daha önce de bahsettiğim gibi yeşilliğin, saflığın, mütevazılığın resmine bakarken buluyorsunuz kendinizi. Yazar kitaplarında öyle bir bambaşka ve temiz dünya yaratıyor ki, kendi dünyasını bile içine almıyor. Bunun için Mişima’yı bu şekilde hatırlamanız ve okumanız dileğiyle.

6 Şubat 2016 Cumartesi

La Samarcande

"Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış."


Hakkında bir şeyler yazacağım Semerkant romanının Fransızca olan orjinal adını vermek istedim yazıya. Semerkant, Amin Maalouf'un 1998 yılında çıkan bir romanı.

Eserde Ömer Hayyam, ünlü terör örgütü lideri Hasan Sabbah, hikayenin başladığı ilk kısımda dönemin ünlü veziri Nizamülmülk ve Amerikalı Benjamin'in hikayesi harmanlanmış. Ömer Hayyam'ın el yazmalarının esas rolü oynadığı kitapta, el yazmalarının doğuşundan Titanik ile batışına kadar olan olayları anlatıyor. Kitap iki farklı zaman diliminde konuya yoğunlaşıyor ve Doğu'ya, İran'ın kucağına bir yolculuğa çıkartıyor. Tutkunun sönmediği fakat reddedildiği topraklarda aşık olan insanların hayatları anlatılırken bir yandan da Ömer Hayyam rubaileri ışık ve neşe kaynağı oluyor.

Ömer Hayyam döneminin Doğu İran'ı kitaptan bir cümleyle şöyle aktarılabilir:
Gözlerine, kulaklarına, diline sahip olmak istiyorsan; gözlerin, kulakların, dilin olduğunu unut."
Romanın dili insanı zorlamıyor. Cümleler basit ve roman elinizde rahatça akıyor. Romandaki gerçeklik payı daha da merak etmenizde bir etken. Ama tarih daha çok arkada bir fon olarak kullanılmış. Geçmiş, alınacak dersler ve çıkarılacak öğütler kaynağı değil Maalouf için. Geçmiş, süslenip farklı bir hamurla yoğurularak önünüze konuluyor. Ama Doğu'yu hatırlamıyorsanız ve Batı'yı da bilmiyorsanız her bir sözcük içinizi acıtabilir.


Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan
Beklediğim, onur vermen, başka bir şey değil.

Zorba

 

Zorba, Yunan yazar Nikos Kazancakis’in en ünlü ve olgunluk dönemi yapıtıdır. İlk kez 1946’da yayımlanmıştır. Romanın Yunanca öz metninin ismi tam olarak Alexis Zorbas’nın Hayatı ve Maceraları olsa da Türkçe’ye Zorba adıyla çevrilmiştir. Romanın yazarı Nikos Kazancakis 20. Yüzyılın en önemli Yunan felsefecilerindendir. Zorba kitabının ruhuna uygun olarak da Girit’teki mezar taşında şu yazmaktadır:

“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Yapıt ve romandan öte bir yaşam rehberi olma niteliği taşır. Kitabın ana karakteri Alexis Zorba ve ismi kitapta geçmeyen, entelektüel, mutsuz, kafasında bir çok soru olan, Zorba tarafından Patron olarak anılan kişidir. Patron’un soruları ve yaşamı Zorba’ya ışık tutar. Onu anlamamızı sağlar. Patron anlam veremedikçe, hayret ettikçe ve tüy gibi hafifleşip demir gibi ağırlaştıkça Zorba bir kitap gibi yavaş yavaş açılır. Kendi felsefesini savaşarak, sevişerek ve yaşayarak bulmuş bir adam anlatmaya, öğretmeye koyulur.

Zorba konuşmanın, sözlerin iletişim için bir noktada yetersiz olduğunu düşünür. O derdini, sözlerini raks ile anlatır. İnsanların bedenlerini artık kullanmadığını, ağızdan çıkan sözün beden ile teyit edilmedikçe bir anlamı olmadığını düşünür.

Zorba hayatı, yaşamı, yaşama amacımızı, insanın sırrını, neden öldüğümüzü sorgular:
"Söyleyebilir misin patron?” dedi ve sesi, sıcak gecenin içinde ciddi ve heyecanlı bir tonda yükseldi. “Bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin? Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde de şu var: Neden ölüyoruz?”
En basit, en bilinen şeyi sormuşlar da, açıklamıyormuşum gibi utanarak karşılık verdim:
“Bilmiyorum Zorba!”
Zorba, gözler, dolarak, “Bilmiyorsun!” dedi.
Zorba bir Rum’dur ama her şeyden önce bir insandır. Onun için herkes eşittir. Herkes için tek kaçınılmaz son vardır, o da ölümdür. Bu yolla herkesi tek çatı altında toplar:
"Bir zamanlar diyordum ki: Bu Arnavut’tur, bu Bulgar’dır ve bu da Yunanlı’dır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir. Adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem ne… Şimdi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olasıca aptal! Ve kendimi azarlıyorum. Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum! Hepsi benim için iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve yediğim ekmek üzerine yemin ederim ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım gibime geliyor. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boşversem bile bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve zıt Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceğiz etiz."

Zorba, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretir.


Zorba’dan o kadar çok alıntı ve zihne kazınması gereken yer çıkar ki tüm kitabı işaretleyebilirsiniz. Hızlı da okunsa, sindirilerek de okunsa size kendi içinde bir yol açar. Zorba ile birlikte Girit sahilinde raks edersiniz, yemeğinizi dünyanın en güzel ve son lokması gibi yer, içtiğinizde son içişiniz gibi içersiniz. Ve son kez seviyormuş, son kez aşık oluyormuş gibi aşık olursunuz. Zorba en uçlarda, kendi doğrularıyla yaşar.


Hayatın içinde karşılaştığımızda Zorba gibi birine belki yakın olmak istemeyiz ancak kitapta imrenirken onu anlamaya çalışıyoruz. Zorba ezber bozan kişidir, kralın çıplak olduğunu söyleyebilendir. Ve hür olandır. Hayata, yaşama ve tüm evrene kesinlikle farklı bakabilmeniz için en iyi kitaplardan birisidir: Zorba.

İyi okumalar. :)


Dip Not: Ayrıca kitabın 1964 yapımı bir filmi de bulunmaktadır. Yönetmeni Michael Cacoyannis’tir. *Zorba The Greek
İlgilenenler için filmin fragmanı: Zorba Film Fragmanı