24 Şubat 2016 Çarşamba

Jane Austen Olmak

19.yüzyıl İngiliz Edebiyatı denilince insanların aklına ilk gelen isimlerden birisi Jane Austen’dır. Dönemin modern edebiyatını oluşturmuş; sade, etkili, karakter gözlemleri kuvvetli ve nüktedan anlatımıyla dünya klasikleri arasına girmiş olan künt eserler vermiştir.

Dünyanın en ünlü yazarlarından Jane Austen 16 Aralık 1775 Hampshire Steventon’da sekiz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu olarak hayata başlamıştır. Altı erkek kardeşi ve Cassandra adında bir de kız kardeşi vardır. Babası George Austen bir kilise papazıydı ve aynı zamanda tarımla da uğraşıyordu. Jane Austen; 1783'te Oxford'da bir akrabası sayesinde okumuş; eğitimine Southampton'da devam etmiş; en sonunda da kadınlar için bir okul olan Reading, Berkshire'da Abbey okulunda okumuştur. Çağındaki diğer kızlara göre aile yönünden daha şanslı olduğu aşikârdı. Babası eğitimi ile ilgilenmiş hatta papaz evinin ahırını yaz tatillerinde ailelerin oyunlarını sahneyebileceği küçük bir tiyatroya çevirmişti. 18 yaşına geldiğinde Jane piyano çalıyor, annesine yardım ediyor ve aile içinde eğlenmek için gündelik yazılar ve hikâyeler yazıyordu.

Babası, Jane’in bu hevesini fark etmiş ve tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmakla beraber bir de yayımcı bulması için yardım etmiştir. Bu şartlar altında Jane Austen ilk romanını 1789 yılında tamamlamıştır.
Austen El Yazmaları


Tarih Aralık 1795 olduğunda Jane Austen, Londra’da bir hukuk öğrencisi olan İrlandalı Tom Lefroy ile tanıştı. Tom Lefroy ile Jane Austen kısa bir süreliğine Hampshire’da komşu olarak yaşamışlar ve bu süre zarfı içinde danslara, oyunlara ve sohbetlere katılmışlardır. Evlenmeyi düşünseler de Tom Lefroy, o dönem bir sulh yargıcı olan amcası Benjamin Langlois’in hamiliği altındaydı ve bu evliliğe bir papaz kızı olan, daha önce de hiç evlenmemiş Jane’in getirebileceği bir geliri yoktu. (O dönemdeki İngiltere’de soylu bir aileden gelmeyen ya da evlenmemiş olan kadınların bir geliri yoktu.) Bunun üzerine Ocak 1796 ‘da Lefroy ile bir daha görüşmemek üzere ayrıldılar ve görüşmediler. Daha sonra 1799’da Tom Lefroy, varlıklı bir kadın olan Mary Paul ile evlenmiş ve ilk kızının adını Jane koymuştur. Yıllar sonra yüksek hâkim olan Lefroy, Austen için “Çocukça bir aşktı.” demiştir ancak Austen’ın vefatının ardından mezarına ziyareti borç bilmiştir. Jane Austen’ın bu sevdası ve hayatı başrolde Anne Hathaway’ın olduğu Becoming Jane (2007) adlı
filmde işlenmiştir ve beğeni toplamıştır.(Imdb:7,1)

Jane Austen 1796 yılında en beğenilen romanı olan “First Impressions” adlı romanı yani bugün bizim bildiğimiz adıyla “Pride and Prejudice”ı tamamlamıştır. (Türkçe’ye Aşk ve Gurur olarak çevrilmiştir.) Ancak roman yayımcılar tarafından pek beğenilmemiş ancak 1813 yılında basılabilmiştir. Romanda başroller orta sınıf, soylu sayılamayacak bir aileye sahip Elizabeth Bennet ile güçlü bir toprak soylusu olan Fitzwilliam Darcy’dir. Çoğu kişiye göre Austen, Darcy karakterini yaratırken Lefroy’dan esinlenmiştir. Kız kardeşi Cassandra’ya yazdığı bir mektupta Lefroy’dan bahsederken bir an için Pride and Prejudice’ın Darcy karakteri aklınıza gelebilir: " ... Muhtemelen erkeklerin en huysuz, en küstah, kendini beğenmiş, edepsiz, tahammül edilemez ve en saygısızı..."

Pride and Prejudice günümüze kadar defalarca dizilere, filmlere ve hatta yan kitaplara konu olmuştur. İşlenen filmler genel olarak kitaba göre yavan olsa da diziler içerisinde kitaba uygunluk ve işleniş açısından tavsiyem BBC’nin yapımını üstlendiği Colin Firth ve Jennifer Ehle’nin başrolleri paylaştığı 1995 yapımı versiyonudur. Yan kitaplardan ise hikayenin devamını merak eden Jane Dawkins, kahramanların hayatını bir yıl boyunca devam ettirip Pemberley’den Mektuplar isimli bir kitap yazmıştır. Yazıldığı günden bugüne kadar hep ilgi görmüş ve görmeye devam edecek, her çağda okunacak bir dünya klasiği olmuştur Pride and Prejudice.

Austen 1805 yılında babasının ölümünün ardından erkek kardeşinin yazlığında annesi ile birlikte kalmaya başlar, şimdi ise bu ev Jane Austen Müzesi olarak İngiltere’de ziyaretlere açıktır. (Chawton Cottege)
Jane Austen Müzesi

İlk romanı Sense and Sensebility 1811 yılında basılır, büyük yankı uyandırır. O dönemde kadınların kitap yazması hoş görülmediği için Austen ismini kullanmaz ve kitap “A Lady” imzası ile basılır. Bu kitabın ardından 1813 yılında Pride and Prejudice, 1814 yılında Mansfield Park ve 1815 yılında Emma yayınlanır. Jane Austen’ın adının bu kadar kalıcı olmasını sağlayan şey roman türüne getirdiği modern, ince ve zarif anlatımından kaynaklanır. Dönemin kültürünü, toplumun olaylar karşısında verdiği tepkileri çok yüksek bir gözlem gücüyle okuyucuya sunar. Ayrıca yazarın dili sade ve bir o kadar da etkileyicidir. Karakterler günlük hayatlarını yaşarken Austen onları olamayacakları biri yapmaya çalışmaz. İç karartıcı, kötü olaylar yazmaktan hoşlanmaz. Özellikle Mansfield Park’ın sonunda daha fazla üzücü şey yazamayacağını açık ve net bir şekilde belirtip olayları hızlandırmıştır. Bir Austen klasiği olarak kitapları mutlu son ve evlilik ile biter.

42 yaşına gelen Austen 18 Temmuz 1817 hayata gözlerini yumar. Ölüm nedeni tam bilinmemekle birlikte çoğu yerde göğüs kanseri olarak geçer. 42 yıllık hayatında hiç evlenmemiş, dünya klasiklerinde künt eser olmuş 6 kitap bırakmıştır. Vefatından sonra 1818 yılında Northanger Abbey ve Persuasion basılır. Austen’ın cenazesi Winchester Katedrali’ndedir.

Eserleri:

• Sense and Sensibility (1811) Akıl ve Tutku, Aşk ve Yaşam
• Pride and Prejudice (1813) Aşk ve Gurur, Gurur ve Önyargı
• Mansfield Park (1814) Umut Parkı
• Emma (1815)
• Northanger Abbey (1818) - Ölümünden sonra yayınlandı.
• Persuasion (1818) - Ölümünden sonra yayınlandı.
• Lady Susan (1794 – 1805)
• The Watsons (1804) – Yarım kalmıştır.
• Sandition (1817) – Yarım kalmış ancak 1975 yılında başka bir yazar tarafından bitirilip yayınlanmıştır. Jane Austen’ın hatırasını saygıdan ötürü yazar kitabı “Another Lady” olarak yayınlamıştır.



13 Şubat 2016 Cumartesi

Pemberley'den Mektuplar

Kitap Adı: Pemberley’den Mektuplar
Yazar: Jane Dawkins
Sayfa Sayısı: 188
Okuduğum Yayınevi: Bilge Kültür Sanat
Basım: 1 / 2011

Jane Austen ünlü romanı Aşk ve Gurur’u (Orjinal adı Pride and Prejudice) duyan ve okuyan ya da onlarca uyarlamasından herhangi birine denk gelen oldukça insan vardır. Bu kitap da Jane Austen’ın Aşk ve Gurur romanına hayran kalmış ve hikayenin sonunda acaba neler oluyor diyen Jane Dawkins tarafından kaleme alınmış.

Kitap Elizabeth Bennet’in orjinal kitaptaki son adıyla Bayan Darcy’nin biricik kardeşi Jane’e bir yıl boyunca yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bayan Darcy’nin Pemberley’e ilk geldiğinde hissettiklerini, Bay Darcy’nin ona yaklaşımını ve aralarındaki bir yıl boyunca ilişkiyi ve Bay Darcy’nin kardeşi Georgiana’nın geleceğini Jane Austen’ın tutumuyla ve bakış açısıyla anlatmaya çalışmış. Öyle ki Jane Austen severler kitapta onunla ilgili şeyler bulabilirler.

Kitabın okunması hızlı, anlatımı ise sıkıcı değil, fakat Austen’ın diline benzer ancak onun cümleleri kadar derin değil cümleler. Yazar Elizabeth’in karakterini elinden geldiğince mektuplarda yansıtmış ve onun nüktedan, eğlenceli anlatımını kullanmış.

Aşk ve Gurur’dan sıkılmayan, Pemberley’de sonraki bir yıl neler olduğunu çok merak eden, Bay Darcy’nin karşılıksız hayranları bu kitabı okurken eminim beğenecekler. 
İyi okumalar:)


Jane Eyre Mini Seri-BBC 2006

Yönetmen: Susanna White
Yayın Tarihi: 2006



Çoğunuz Charlotte Brontë’nin en ünlü kitabı Jane Eyre’i duymuşsunuzdur. Sadece kitabı değil filmi, dizi, devam hikayeleri de olmuş asıl kitabın basıldığı 1847 yılından itibaren çoğu okurun gönlünde yer tutmuştu.

2006 yılında ise kitap BBC tarafından tadına doyum olmayan mini seri ile tekrar sevenlerin karşısına çıkmış. Kitabın 1983 uyarlamasını ve filmini de izledim fakat başrol arasındaki uyum bu mini seride kesinlikle çok iyi olmuş. Karakterlerin dış görünümlerinde ufak tefek kitapla uyuşmazlıklar olsa da (Rochester’ın mavi gözlü oluşu gibi) çekilmiş en iyi Jane Eyre uyarlaması olduğunu düşünüyorum.

Mini seri dört bölümden oluşuyor, başrollerde Ruth Wilson ve Toby Stephens var. Aralarındaki uyuma bir kez daha değinmeden edemeyeceğim, ikisi de oyunculuk ve karakterlerin aurası açısından çok iyi çıkarmış. Özellikle Ruth Wilson Jane’in ağırbaşlı, dışarıdan soğuk ve keskin mizacını çok iyi canlandırmış.


Hikayede ana karakter kitaba ismini veren Jane Eyre. Hayatın ona getirdikleri karşısında doğru bildiğini yapmaktan çekinmeyen, yüce gönüllü, doğruyu ve yanlışı keskin sınırlarla ayırt edebilen bir kadının aşkını bulmasını görüyorsunuz. Ve aşkı ile doğru olduğunu düşündükleri arasındaki bocalama ile kararlarının doğurduğu sonuçlarını sizi de sürükleyerek aktarıyor. Akıcı ve romantik klasiklerden hoşlananlar için harika bir eser.

Dizi ve kitap uyumuna gelecek olursak kitabı okumamış ancak diziyi izlemek isteyenler için elimden geldiğince spoiler vermemeye çalışacağım ama yine de değinmekten kendimi ne kadar alabilirim bilmiyorum. Dizide Jane’nin Mrs. Reed yanında yaşadıkları biraz yüzeysel kalmış, ilk kısımda hızlıca geçildi ve Jane bir anda kendini gönderildiği yatılı manastırda buldu. Manastırdaki olaylarda kitaptakine göre oldukça geri planda tutulmuş ve kitaptakine oranla karakter sayısı neredeyse tamamen azaltılmış. Helen ile Jane arasındaki samimi dostluk kurulması da bir anda oldu ve bitti. Ve ilk bölümde Jane kendini Rochester’ın yanında buldu. 


Ancak ana olaylar tamamen kitaba uygundu, hatta karakterlerin çoğu repliği kitap ile benzerdi. Ama senaryoda değişen ufak tefek şeyler kesinlikle zevk vermeyen bir sunum oluşturmuyor ya da hikayede eğreti durup insanın canını sıkmıyor.

Her biri yaklaşık elli dakikadan oluşan dört bölümün ardından dizinin ve hikayenin tadı damağınızda kalıyor. BBC kesinlikle harika bir iş çıkarmış. Eğer Jane Eyre uyarlaması izlemek gibi bir niyetiniz varsa ya da klasik uyarlaması izlemek istiyorsanız en iyi seçeneklerden olduğunu vurgulamalıyım. İyi seyirler :)


İzlemek isteyenler için bölümler:






Bayan Nobody-3 Soruların Filizlenmesi

Yeni sıra arkadaşım Bay BendenFarklı cidden adının hakkını veriyordu. Onu biraz tanıtacak olursam eğer, dışarıdan bakıldığında çok sessiz, sakin ve uysal bir görünüm verir. Oysa görünümün gerçek ile hiçbir alakası yok. Zaten insanlar hakkında oldum olası yanılmışımdır, dışarıdan bakıldığında kişinin nasıl biri olduğunu algılamam oldukça zordur. Ve Bay BendenFarklı da bu konuda çoğu insanı yanıltabilecek bir kişiliğe sahip. Bana gelince insanların yaşları konusunda bile sadece yaş aralığı verebilirim, net söylediğimde genelde hataya düşerim. Fazlasıyla kötü bir gözlemci olduğum kanaatine varılabilir buradan yola çıkarak. Özellikle hayatımın o dönemini koyu bir perdenin arkasından yaşadığım varsayılırsa mazur görülebilir belki bu durum. Sıra arkadaşımla kaynaşmamız çok uzun sürmedi. Çoğu konuda söyleyecek şeyleri olan, samimi olduğu insanlarla her şart altında bir sohbet açmayı becerebilen bir insandı. Samimi olmadıklarıyla da gayet iyi geçinebiliyor, düşüncelerini karşıdaki kabul etmese bile net bir özgüven ve mantıklı açıklamalar ile ifade ediyordu.
Sınıftaki genel olarak sessizliğe dayalı ruh hali yavaş yavaş kaybolmaya ve yerini muhabbetlere, kahkahalara bırakmaya başlamıştı. Ben ise hala değişime ayak uydurmaya çalışıyordum, yeni insanlar ile tanışmanın verdiği heyecan ve eski arkadaşlıklar ile aradaki bağı devam etme isteği üzerimdeydi. Sık sık ilkokuldaki en yakın arkadaşım ile mesajlaşıp birbirimizi ne kadar özlediğimizi söylüyorduk. O arkadaşım ve ben bambaşka çevredeki, bambaşka liselere gitmiştik. Hem yol yakınlığı, hem de eğitim, kafa ve görüş yakınlığı olarak… Eski sınıfımdaki diğer herkes ise ilkokula en yakın düz liseye gitmişti ve herkes birlikteydi. Onları bir ara ziyaret etme düşüncesi yavaş yavaş filizlenmeye başlamıştı, çünkü o güne kadar dışarıda oturup bir şeyler yapmak gibi bir alışkanlığımız hiç olmamıştı. Bu konuda ne onlarda ne de bende böyle bir istek vardı. Sanki arkadaşlar ile yalnızca okulda görüşülebilineceğini düşünüyorduk.

Ders aralarında okulun ilk günlerinde tanışıp aramın iyi olduğu Bayan Üçüncü ve ortak arkadaşımızın oturduğu sıraya gidip onlarla muhabbet ediyordum. Her şeye ikisi birlikte karar vermeye başlamışlardı yavaş yavaş, kızların o bilindik her yere birlikte gitme alışkanlığı baş göstermişti. Tuvalete, koridora, kalorifer peteği yanına, pencere önüne, kantine, bahçeye ve aklınızın gelebileceği her yer beraber gitme isteği… Bir yere giderken sürekli bana da sesleniyorlardı ve ben bu durumun ne kadar gülünç olduğunun henüz farkında değildim. Biraz yadırgıyordum ama henüz bu konuda sitem edecek kadar samimiyet kurmamıştık. Örneğin ben tuvalete, fotokopiye giderken ya da öğretmenler odasına giderken kimsenin yoldaşlığına ihtiyaç duymuyordum. Ama diğer iki arkadaşımın tek başlarına bir şey yapması sanki mümkün değildi. İlerleyen günlerde tuvalete birlikte gitmekten ciddi anlamda sıkılmaya başlamıştım. Çok hassas bir burnum vardır ve duyumsadığım her kokuyu onun katları şeklinde arttırıp hissedebilirim. Ve lise tuvaletlerini az çok tasavvur edebilirsiniz, çoğu zaman ne kadar havasız ve iğrenç koktuğunu, insanın neden girmek istemeyişinin nedenleri gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Erkekler tuvaletinde durum nasıl bilmiyorum ama kızlar tuvaletinde bir de sosyal bir ortam havası vardır. Açıklamak gerekirse sevgilisi ile kavga etmiş, arası bozulmuş bir kızın tüm arkadaşlarıyla birlikte ilk uğradığı yer tuvalettir, hoşlandığı çocuk ile karşılaşmış ya da bu konu ile ilgili anlatılacak bir şey varsa ve vakit kısıtlı ise genelde tuvalete gidilir, can sıkıntısından ağlamak isteyen kız da tuvalete gider, en yakın kız arkadaşına diş bilemiş kızlar da ona hak veren kızlar ile tuvalete gider, makyaj yapanlar, tuvaletteki kalorifere yapışanlar falan derken genel olarak tuvalet ve kızlar arasındaki ilişki: kızlar lisede tuvalete gider. Hem de her türlü sosyal, duygusal durumda bu görevi hakkıyla ve belli bir bilinç ile yerine getirirler. Ben de tuvaletin kokusundan ve hoşlanmak bir yana dursun, bende buram buram kaçma isteği uyandıran bu topluluğu nefes almak istediğim her tenefüs arasında görmekten usanmak üzereydim. Ama durumun saçmalığını karşı tarafa açıklamak hiç kolay değildi, bunun için ders araları genelde böyle geçiyordu. Bir de sınıfın o dönem nasıl bir ruh halinde ve karakterde olduğunu toy halimle bir türlü tahlil edemediğim bir grubu vardı. Sonradan anlayacağım kadarıyla hiçbiri boş insanlar değillerdi, hepsinin belli yetenekleri, hoşlandığı şeyler, uğraşları vardı. Üniversitede gördüğümüz çabucak kaynaşan bohem gruplara benzetiyorum şimdi biraz biraz. Vaktimi bazen onlarla geçiriyordum. Ama çok ilginç geliyorlardı sürekli, kendi kafasındaki kıyafet tasarımları yapan, her zaman elinde Vogue dergisi olan, boynu bükük ateşli komünizm savunucusu olan, faşizmden nefret edip kendi ait olduğu insan ırkı konusunda üstün düşünceleri olan falan falan derken hayli karışık bir topluluktu. Yavaş yavaş insanları tanımaya başlıyordum, dostluklar kurulmaya başlıyordu ve ben tam bu noktada koptum. Öyle bir kabuğuma çekildim ki kimse kurtaramazdı beni. Evde ve bende ilginç sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

İlginç bir ergenlik döneminin eşiğindeydim artık. Benden altı yaş küçük kardeşimin yaptığı her hareket dünyadaki en aptal davranış olarak gelmeye başlamıştı. Anneme ve babama kızgındım. Hatta babamdan nefret ediyordum. Annem hiçbir şeyi umursamıyordu, hiçbir şey bilmiyordu, anlamıyordu, anlaşamıyordu, beklentileri çok farklıydı. En büyük çocuğuydum ve ergenlik denen şeyin ne olduğunu annem daha önce bu kadar net görmemişti. Aramızdaki kuşak farkı çok derindi. Annem kırkını, babam ise elliyi geçkindi. Aramızda yarım asır vardı ve ailem bu açığı kendi hayat şartlarından dolayı kapatamamışlardı. Kendi çocuklarının bir anda nasıl bir sinir topu, sorun makinesi haline geldiklerini anlamıyorlardı. Onlar için suçlu bendim ve benim için de suçlu herkes ve her şeydi. İlk sınavlar gelmişti, ben kafamı toplayamıyordum. Sınavlarım kötü geçiyordu, eskiden dersler konusunda var olan kendime güvenim sarsılmaya başlamıştı.

Sorgulamak istiyordum var olan her şeyi, gelenekler neden vardı? Gelenekleri yıkmak ne demekti? Tanrı var mıydı? Tanrı mıydı yoksa Allah mıydı? Neden Tanrı denilince dindar biri sinirleniyordu? Her şey kesin olabilir miydi? Ya da her şeyin belirsiz olması mümkün müydü? Evren neydi, var oluşu neye dayanıyordu? Diğer dinler nasıldı? İnsanlar neye inanıyordu? İnançlarını nasıl yaşıyorlardı? Diğer kültürler nasıldı? Ve kafamda tonlarca soru oluşmaya başlamıştı. Bu soruların oluşmasında beni farkında olmadan yönlendiren sevgili sıra arkadaşımın da payı vardı. Kafamın çalıştığını hissediyordum fakat esasen bir çözüm yolunu bulma ihtimali yoktu çoğu soruma karşılık. Evdeki herkes ile kavga ediyordum. Huzursuzdum sürekli, eve gelince dışarıdaki sakinliğimden eser kalmıyordu. Ama evdeki özel durumumdan hiç kimseye bahsetmiyordum. Hem utanıyordum bu sorunlardan hem de bu konuda dertleşebileceğim kimse yoktu. Kimsenin özelime ve derinime inmesini, beni tam anlamıyla açıkta bırakmasını istemiyordum. O zamanlar bu kadar temkinli davranmak sonradan işime yarayacaktı. Ben böyle çalkalanırken günlük sıradan tuvalet rutinimizi etkileyecek bir şey oldu: 

Bir anda Bayan Üçüncü birinden hoşlanmaya başladı. Bu sır ile üç kişinin arasındaki samimiyet tam anlamıyla resmileşmişti.

9 Şubat 2016 Salı

Dalgaların Sesini Anlatabilen Yazar : Yukio Mişima

Yukio Mişima yirminci yüzyıl Japon edebiyatının en büyük temsilcilerinden, gerçek adıyla Hiraoka Kimitake’dir. Babasının yazar olmasına karşı çıkması sebebiyle takma adıyla pek çok alanda eserler vermiştir. Ama adının asıl duyulduğu alan edebiyattır.

Mişima ilk romanı Tōzoku'yu (Hırsızlar) 1946 1948'de yayınlamıştır. . Fakat asıl ününü bu eserinin ardından çıkan ve otobiyografik bir çalışma olan Kamen no Kokuhaku (Bir Maskenin İtirafları) ile kazanmıştır ve 24 yaşında büyük bir ün kazanmıştır. Nobel Edebiyat Ödülü’ne üç kez aday gösterilmiştir, fakat ödülü yakın arkadaşı Yasunari Kavabata almıştır. Mişima öykülerini kurarken insanın aklını darmaduman ederken ayrıntılara verdiği önem ve betimlemeleriyle okuyucuya başka bir bakış açısı sunar. Şu ana kadar Türkçe’ye yedi eseri Can Yayınları tarafından çevrilmiştir. Kişisel olarak beni en çok etkileyen ve en sevdiğim kitabı Dalgaların Sesi’dir. Balıkçılık ile geçinen sakin ve küçük bir Japon adası olan Uta-Jima’daki hayatın akışını ve saf bir aşkı konu alıyor. Kitabı okurken rüzgarın dudaklarınızı çatlattığını, güneşin ve denizin tuzunun teninizi yaktığını, dalga seslerinin kulaklarınızda yankılandığını hissediyorsunuz. Başkahraman doğanın ona söylediği şarkıyı duyup yeni yetmelikten, kendi iradesine güvenen bir adam oluşunu yavaş yavaş, şarkılar söylerek anlatıyor Mişima.

Yukio Mişima’nın sadece hayatı ve görüşleri bile insanları derinden etkileyebilecek bir tablodur. Mişima 12 yaşına kadar babaannesi Natsu’nun yanında yaşar, dışarı çıkmasına ve başka çocuklarla oynamasına izin verilmez. Natsu, Mişima’nın karakterini oluşturacak temel yapıtaşı olacaktır. Mişima’nın Japon değerlerinin ateşli savunucusu olmasının, hayatının ve ölümünün nedenlerinin Natsu’nun üzerinde bıraktığı büyük etkiden doğduğu anlaşılacaktır. Natsu, samuray aile geleneğinden bir aileye mensuptur ve evlendikten sonra da bu geleneklere bağlı kalmıştır. Mişima da yıllar sonra Japon değerlerinin “modernizm” ile çürütülmesine karşı net bir tavır almış ve samuray geleneğini savunmuştur. Hatta bu yolda kılıç ve dövüş ustası da olmuştur.

Mişima’nın samuray değerlerinin yanında başka bir bağlılığı da Japon İmparatoru’naydı. Fakat 124. Japon İmparatoru Hirohito, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geleneksel Japon inancına göre gücünü güneşten alan mertebesini bırakarak Mişima’yı büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır. Ayrıca dönemin Japonya’sının siyasi karışıklarını ve eski düşmanı ABD ile antlaşmalar aracılığıyla bağlanmış olmasını hoş karşılamamıştır.

Askerlikten çürük raporu ile muaf olan Mişima, o zaman büyük bir sevinç yaşayan bir adam iken yıllar sonra ülke yönetiminin eski düşmanın yedeğinde bir siyaset yolu izlemesini kabul edemeyecek seviyeye gelecek ve yüz kişilik gelenekçi bir ordu kurup Samuray yasalarına bürünecektir. Bu ordu ile Savunma Bakanlığı’nı basacak; ölümü onun siyasi manifestosu olacaktır.

Bu yüz kişilik orduyu kendi cebinden askeri bir eğitim verdiği “Kalkan Derneği” (Tate no Kai) bünyesinde eğitir. Mişima’nın ağzından örgüt şöyle tanımlanır: 

Kalkan Derneği bekleme durumunda olan bir ordudur. Günümüzün ne zaman geleceğini bilmek imkansız. Belki hiçbir zaman, belki de yarın. Oraya kadar hazır olda kalıyoruz. Sokaklarda göster i yapmak yok, Molotof kokteylli ya da taşlı kavgalar yok. En son ve en beter ana kadar, eylemlerle şerefimizi tehlikeye atmayı reddediyoruz. Zira dünyadaki en küçük ve ruhuyla en büyük orduyuz.” Bu süreçte Mişima artık hayatının son demlerini yaşamaya başlamıştır.
Mişima’nın öldüğü sabah üç arkadaşı ile birlikte Savunma Bakanlığı’nı bastılar ve bir generali rehin alıp sandalyeye bağladılar. Bakanlıktaki bütün birliklerin dışarıda toplanmasını yoksa generalin öleceğini bildirdiler. Bunun sonunda Mişima toplanan bu kalabalığa manifestosunu sundu. 
Biz Japonya’nın refah sarhoşu olduğunu ve ruhsuzluk içinde mahvolduğunu görüyoruz. Ona kendi suretini tekrar göstereceğiz ve bunu yaparak öleceğiz. Sizin için ruhun öldüğü bir dünyayı kabullenirken sadece yaşamanın önemli olması mümkün müdür? …”  
Aşağıdaki kalabalıktan yuhalamalar, küfürler yükselmeye başlar. Bunun üzerine Mişima geleneksel Japon intihar yöntemi ile intihar eder.

Ölümü sonrası annesinin “Ona acımayın. Hayatında ilk kez yapmayı arzu ettiğini yaptı.” Sözleri Mişima’nın duygusal alt yapısını anlamak açısından önemlidir.

Eğer Bestseller’den sıkılıp artık kaliteli kitaplar okumak istiyorsanız Mişima güzel bir adres. Mişima’nın kitaplarına baktığınızda daha önce de bahsettiğim gibi yeşilliğin, saflığın, mütevazılığın resmine bakarken buluyorsunuz kendinizi. Yazar kitaplarında öyle bir bambaşka ve temiz dünya yaratıyor ki, kendi dünyasını bile içine almıyor. Bunun için Mişima’yı bu şekilde hatırlamanız ve okumanız dileğiyle.

6 Şubat 2016 Cumartesi

La Samarcande

"Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış."


Hakkında bir şeyler yazacağım Semerkant romanının Fransızca olan orjinal adını vermek istedim yazıya. Semerkant, Amin Maalouf'un 1998 yılında çıkan bir romanı.

Eserde Ömer Hayyam, ünlü terör örgütü lideri Hasan Sabbah, hikayenin başladığı ilk kısımda dönemin ünlü veziri Nizamülmülk ve Amerikalı Benjamin'in hikayesi harmanlanmış. Ömer Hayyam'ın el yazmalarının esas rolü oynadığı kitapta, el yazmalarının doğuşundan Titanik ile batışına kadar olan olayları anlatıyor. Kitap iki farklı zaman diliminde konuya yoğunlaşıyor ve Doğu'ya, İran'ın kucağına bir yolculuğa çıkartıyor. Tutkunun sönmediği fakat reddedildiği topraklarda aşık olan insanların hayatları anlatılırken bir yandan da Ömer Hayyam rubaileri ışık ve neşe kaynağı oluyor.

Ömer Hayyam döneminin Doğu İran'ı kitaptan bir cümleyle şöyle aktarılabilir:
Gözlerine, kulaklarına, diline sahip olmak istiyorsan; gözlerin, kulakların, dilin olduğunu unut."
Romanın dili insanı zorlamıyor. Cümleler basit ve roman elinizde rahatça akıyor. Romandaki gerçeklik payı daha da merak etmenizde bir etken. Ama tarih daha çok arkada bir fon olarak kullanılmış. Geçmiş, alınacak dersler ve çıkarılacak öğütler kaynağı değil Maalouf için. Geçmiş, süslenip farklı bir hamurla yoğurularak önünüze konuluyor. Ama Doğu'yu hatırlamıyorsanız ve Batı'yı da bilmiyorsanız her bir sözcük içinizi acıtabilir.


Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan
Beklediğim, onur vermen, başka bir şey değil.

Zorba

 

Zorba, Yunan yazar Nikos Kazancakis’in en ünlü ve olgunluk dönemi yapıtıdır. İlk kez 1946’da yayımlanmıştır. Romanın Yunanca öz metninin ismi tam olarak Alexis Zorbas’nın Hayatı ve Maceraları olsa da Türkçe’ye Zorba adıyla çevrilmiştir. Romanın yazarı Nikos Kazancakis 20. Yüzyılın en önemli Yunan felsefecilerindendir. Zorba kitabının ruhuna uygun olarak da Girit’teki mezar taşında şu yazmaktadır:

“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Yapıt ve romandan öte bir yaşam rehberi olma niteliği taşır. Kitabın ana karakteri Alexis Zorba ve ismi kitapta geçmeyen, entelektüel, mutsuz, kafasında bir çok soru olan, Zorba tarafından Patron olarak anılan kişidir. Patron’un soruları ve yaşamı Zorba’ya ışık tutar. Onu anlamamızı sağlar. Patron anlam veremedikçe, hayret ettikçe ve tüy gibi hafifleşip demir gibi ağırlaştıkça Zorba bir kitap gibi yavaş yavaş açılır. Kendi felsefesini savaşarak, sevişerek ve yaşayarak bulmuş bir adam anlatmaya, öğretmeye koyulur.

Zorba konuşmanın, sözlerin iletişim için bir noktada yetersiz olduğunu düşünür. O derdini, sözlerini raks ile anlatır. İnsanların bedenlerini artık kullanmadığını, ağızdan çıkan sözün beden ile teyit edilmedikçe bir anlamı olmadığını düşünür.

Zorba hayatı, yaşamı, yaşama amacımızı, insanın sırrını, neden öldüğümüzü sorgular:
"Söyleyebilir misin patron?” dedi ve sesi, sıcak gecenin içinde ciddi ve heyecanlı bir tonda yükseldi. “Bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin? Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde de şu var: Neden ölüyoruz?”
En basit, en bilinen şeyi sormuşlar da, açıklamıyormuşum gibi utanarak karşılık verdim:
“Bilmiyorum Zorba!”
Zorba, gözler, dolarak, “Bilmiyorsun!” dedi.
Zorba bir Rum’dur ama her şeyden önce bir insandır. Onun için herkes eşittir. Herkes için tek kaçınılmaz son vardır, o da ölümdür. Bu yolla herkesi tek çatı altında toplar:
"Bir zamanlar diyordum ki: Bu Arnavut’tur, bu Bulgar’dır ve bu da Yunanlı’dır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir. Adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem ne… Şimdi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olasıca aptal! Ve kendimi azarlıyorum. Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum! Hepsi benim için iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve yediğim ekmek üzerine yemin ederim ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım gibime geliyor. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boşversem bile bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve zıt Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceğiz etiz."

Zorba, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretir.


Zorba’dan o kadar çok alıntı ve zihne kazınması gereken yer çıkar ki tüm kitabı işaretleyebilirsiniz. Hızlı da okunsa, sindirilerek de okunsa size kendi içinde bir yol açar. Zorba ile birlikte Girit sahilinde raks edersiniz, yemeğinizi dünyanın en güzel ve son lokması gibi yer, içtiğinizde son içişiniz gibi içersiniz. Ve son kez seviyormuş, son kez aşık oluyormuş gibi aşık olursunuz. Zorba en uçlarda, kendi doğrularıyla yaşar.


Hayatın içinde karşılaştığımızda Zorba gibi birine belki yakın olmak istemeyiz ancak kitapta imrenirken onu anlamaya çalışıyoruz. Zorba ezber bozan kişidir, kralın çıplak olduğunu söyleyebilendir. Ve hür olandır. Hayata, yaşama ve tüm evrene kesinlikle farklı bakabilmeniz için en iyi kitaplardan birisidir: Zorba.

İyi okumalar. :)


Dip Not: Ayrıca kitabın 1964 yapımı bir filmi de bulunmaktadır. Yönetmeni Michael Cacoyannis’tir. *Zorba The Greek
İlgilenenler için filmin fragmanı: Zorba Film Fragmanı




Gönülsüz Kökten Dinci



Kitap Adı: Gönülsüz Köktendinci
Yazar: Mohsin Hamid
Sayfa Sayısı: 199
Okuduğum Yayınevi: Pegasus
Basım: 1 / 2013

Mohsin Hamid'in Türkçe'ye "Gönülsüz Kökten Dinci" adıyla çevrilen romanını yeni bitirdim. Kitaba övgüler kısmında Philip Pullman'ın, Elif Şafak'ın, Mira Nair'in yazıları var. Ayrıca Mira Nair kitabın filme çevrilmesinde yönetmen koltuğunda bulunuyor. Filmini henüz izlemedim ama onu da merakla izleyeceğim.

Kitapçıda gezerken dikkatimi çekmişti böylece alıp okuma fırsatı buldum. (Raftan çekip aldığım, okuyunca da beğendiğim kitaplar çoktur.Gönülsüz Kökten Dinci de benim için öyle bir kitap oldu.) Yaklaşık 200 bir roman ama sayfaların altındaki fikir ve düşünce çok sağlam bir temele yayılmış. Mohsin Hamid olayları farklı bir şekilde anlatmış. Birincil ağızdan bir anlatımı olan kitapta olaylar çok hızlı ilerliyor. Bir sonraki sayfada ne olacağını insan gerçekten büyük bir merakla bekliyor ve kitap -beni etkileyen- beklemediğiniz bir anda bitiveriyor.

Kitaptaki ana karakter Cengiz, Amerika'nın en prestijli üniversitelerinden Princeton'da okuyan ve ardından da çok dolgun bir maaşı olan bir şirkette işe giren bir Pakistanlı. Kitap kendi içinde iki kutup barındırıyor. 11 Eylül olayları öncesi ve sonrası. Cengiz ise bu iki safha arasında 3 dönemden geçiyor. Yazar bu üç dönemi uyanışın aşamalarıyla vermeye çalışmış.

"Zaman tek bir yönde ilerler. Unutma bunu, değişim her zaman esastır."

"Değişime direnmeye çalışırlar. Oysa güç, değişimin kendisi olmaktır."
Cengiz öncelikle Amerikan Rüyasının içine hapsolmuş,gücü ve değişimi esas alan fakat nereye ait olduğunu kendisi de bilmediği için farklı rollere bürünen bir karakter iken 11 Eylül'de Amerika'nın geçirdiği değişimle kendisi de bir değişimden geçip huzuru ve kendisi için doğru olanı Pakistan'a yerleşmekte buluyor.
"Arzularımızın bedeliyle yüzleşme konusunda midesi hassas tipler değiliz."
Kitap, özgürlük, bağımsızlık ve insan kavramlarının önemi üzerine yazılmış. Ama mesajı Cengiz'in duygularından, düşüncelerinden ve kendi kendine girdiği vicdan muhasebesinden anlıyorsunuz. Amerikan terörizminin yanında diğer terörizmlere de başkaldırıp, sadece bir sakalın insanların bakışlarını ne derecede değiştirebildiğini gözler önüne sererken bir yandan da Cengiz'in umutsuz aşkı içinde sonsuzluğa ulaşmaya çalışmasını da okuyorsunuz.

"Terörizmin tanımında, asker üniforması giymeyen, yalnızca örgütlü ve siyasi amaçlarla hareket eden katillerin öldürdüğü sivillere gönderme yapılıyordu. Eğer insanoğlunun en önemli, biricik önceliği bu idiyse, o zaman asker üniformalı katillerin de olduğu topraklarda yaşayan bizlerin yaşayan bizlerin yaşamı önemsiz bir zaiyattan başka bir anlama gelmiyordu."
Okunulması ve anlaşılması gereken kitaplardandır, tavsiye ederim. :)

Tatlı Rüyalar


Kitap Adı: Tatlı Rüyalar
Yazar: Alper Canıgüz
Sayfa Sayısı: 186
Okuduğum Yayınevi: İletişim
Basım: 18 / 2014

Tatlı Rüyalar, Afili Filintalar yazarlarından Alper Canıgüz'ün yayınladığı ilk kitabı.İletişim Yayınları'ndan (Bknz.Okumak İptiladır, Müptelalara Selam!) 2000 yılında çıkmış. Kitabı okumak için biraz geç kaldım ama değdiğini düşünüyorum. Kitabı Alper Kamu serisi ile karşılaştırmak istemiyorum ve bu karşılaştırmadan da hoşlanmıyorum. Alper Canıgüz dil açısından hep aynı rahatlıkta ve okunabilirlikte. Ama bu kötü ve rahatsız edici bir durum değil.
Kitap psiko-absürd, romantik, komedi sınıflaması içinde. Ve kitap gerçekten de bu sınıflamaya uyuyor, ama bu sıralama ile uyduğunu düşünmüyorum.:)

Oldukça ilginç bir konu işlemiş Canıgüz. Her şey Hector Berlioz'un gazetede satılık bir yaşam ilanı görmesiyle başlıyor. Paralel evrenler, Freudyen bakış açıları ve eleştirileri, medreseli talebeler ile üniversite hocaları ve üç milyon dolar... Ayrıca Canıgüz'ün Psikoloji mezunu olmasının esintileri bir hayli mevcut kitapta.

Geniş bir karakter ağı ve üretkenlik açısından yazara fazlasıyla içerik veren bir öykü kurgusu dikkat çekiyor. Alper Canıgüz'ün dili sade, akıcı, mizah dolu ve bir çırpıda kitabı size okutacak şekilde sürükleyici. Kitap zaten çok uzun ve yorucu değil, 186 sayfa. Ama kitapta beni en çok üzen nokta böylesine güzel bir anlatımı olan Canıgüz'ün, kurguladığı bu hikayeyi biraz derinliksiz bırakması oldu. Yine de Canıgüz, Inception'dan önce Inception'ı anlatmış dedim okurken. Kitapta olaylar gelişmeye başladığında aklıma gelen ilk şey bu film oldu. Ama derinliğinin çok olmaması, beni yüzeyde bıraktı.

Kitapta en sevdiğim karakter ise Profesör Olcayto Fişek oldu.
Yirmi beş yıllık öğretim üyesi Olcayto Fişek sınıfa girdiğinde, mesleğe ilk başladığı günkü inançlarının hiç değişmediğini fark etti: Öğrencilerinin hepsi gerizekalıydı.


Ve nedense en sevemediğim karakter ise Nalan oldu. Nalan'ın belki de benim anlayamadığım psikolojik bir yönü var, bilemiyorum. Ama kitapta da geçtiği gibi; "Bazen bir penis sadece bir penistir." Böyle de olabilir.

Ve en çok güldüğüm kısım ise;
Hector anan, gangster baban!'idi.


Güzel bir sonla biten ve gülümsemek isteyeceğiniz bir kitap okumak istiyorsanız Alper Canıgüz'ün diğer kitapları gibi Tatlı Rüyalar da çok akıllıca bir seçim olur.

İyi okumalar!:)

Duyguların Psikolojisi





Kitap Adı: Duyguların Psikolojisi

Yazar: Nevzat Tarhan

Sayfa Sayısı: 240

Okuduğum Yayınevi: Timaş
Basım: 16 / 2014
Prof. Dr. Nevzat TARHAN tarafından kaleme alınmış ve dört bölümde duygulara yaklaşımı anlatan bir kitap. Önsözünde dikkatimi çeken Edison’dan yaptığı alıntı oldu. “En büyük icat ottur, bizim yaptığımız icat ve keşifler mevcudu göstermektedir.” Açıkçası önsözde yazarın karşıma Edison ile çıkması ve yazarın hakkındaki dedikodular kitaba biraz önyargıyla yaklaşmama neden oldu. Ama ilerledikçe kullandığı dil ve açtığı ufuk bu önyargıyı yıktı. Salt olarak kitaba bakıldığında insana duyguların hayatımızın neresinde olduğunu, bakış açımızın ne kadar kısıtlı olduğunu ve kötü duygular diye adlandırdığımız; kin, nefret, bencilliğin her zaman “kötü” olmadığını anlatıyor.

Kitabın ilk bölümünün başlığı “Duygular”. Bu bölümde daha çok duyguların biyolojik temellerinden, sağ beyin-sol beyin-ön beyin kullanımlarının birbirleriyle olan ilişkilerinden, sezgisel duygu ve altıncı his ilişkisinden bahsediyor ve davranış zekâsı olgusunu ele alıyor. Beynimizin duyguların oluşmasında kaynaklık mı, yoksa aracılık mı yaptığının üzerinde duruyor. Bölümde en çok ilgimi çeken kısım “Acı, insanı değişime götürür” başlığı oldu. İnsanın üzüntü duygusunu, değişim için itici güç oluşturduğunu biyolojik bir dille anlatmış Tarhan.

İkinci bölüm ise “Olumlu Duyguların” kısmı.



“Kâinatı sevgi yönetiyor.”
Dante


Sevginin zıddı nedir? Bu soruya genelde nefret diye cevap verilir. Bu bölümde Tarhan, sevginin zıddının korku olduğunu, sevgi azaldıkça korkunun da artacağından bahsetmiş. Sevgiyi bağlılık ve değer ilişkileriyle birlikte inceleyen yazar sadece aşktan değil sevginin getirdiği güven, merhamet ve şefkat duygularını da ele almış. Ayrıca bölümde Mevlana’dan, Dante’den, Eric Fromm’dan alıntılar da bulunmakta. Bu alıntılar da kitaba ve anlatıma zenginlik katmış. İlk bölümde acı, insanı değişime götürür düşüncesiyle yola çıkan yazar bu bölümde insanın acıdan kaçma dürtüsünü ele almış. Açıkçası iki bölümü birleştirip sentez etmesini isterdim ama ayrı ayrı ele alınmış iki konu da.

Olumlu duygulardan sonra, üçüncü bölümde karşımıza olumsuz duygular çıkıyor. Bölüm yoğun bir şekilde empati yoksunluğunun üzerinde duruyor. Özellikle bencilliğin bu yoksunluğa yola açtığını belirtirken bencilliğe de“sosyal kanser” adı veriliyor kitapta. Ardından bencilliğin iyi taraflarına değiniliyor. Aklın önüne geçmediği ve doğru yorumlanıldığı sürece bencilliğin de önemli olduğu vurgulanmış. Hırs, gurur ve kibirle devam eden anlatımda kibrin ilacı tevazu olarak gösteriliyor ve zıddı olarak da düşük benlik algısı tanımlanıyor. Utangaç olmanın sevimlilik belirtisi olduğundan bahsedilirken utanmanın yok olmasının bencilliğe, empati yoksunluğuna ve sorumsuzluğa sürüklediğini anlatan yazar, gereğinden fazla utanmanın ise karşımıza “sosyal fobi” olarak çıkacağını gösteriyor.

“İntikam adil değildir, kaybedileni geri getirmez.”


Kitabın son ve dördüncü bölümünde ise duygusal zekâya yer veriliyor. Duygusal analiz yapan kişinin kendine sorması gereken soruların üzerinde duran yazar, Batı ve Doğu öğretilerine bu bölümde oldukça yer vermiş. Duygusal zekâyı Doğu’nun ve Batı’nın değerleriyle yeniden yorumlamış. Ana fikir olarak ise Batı’nın yönteminin Doğu’nun felsefesiyle yorumlanması gerektiğinin üzerinde durmuş.

Benim kitapta en beğendiğim bölüm ise sonsöz: Ferrari’yi kalben terk etmek.

Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” kitabına biraz taş getirse de yorum olarak gerçek çözümün Ferrari’yi satmak değil; sahibi olduklarımızın fazlasını insanları mutlu etmek için kullanmak olduğunu söylüyor.

Duygularımızı anlamada ve yorumlamada faydasının fazla olduğunu düşünüyorum, keyifli okumalar! :)

İki Şehrin Hikayesi

Kitap Adı: İki Şehrin Hikayesi

Yazar: Charles Dickens

Sayfa Sayısı: 496

Okuduğum Yayınevi: Antik Batı Klasikleri

Basım: 1 / 2014
"Zamanların en iyisiydi. En kötüsü de. Akıl çağıydı, budalalık çağı da. İnanç çağıydı aynı zamanda, ama inkar çağıydı da. Bir taraftan aydınlık, bir taraftan da karanlık bir mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı... Her şeyimiz vardı, ama hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenneme de gidiyorduk.


İki Şehrin Hikayesi bu satırlar ile başlıyor. Giriş cümlelerini en sevdiğim kitaplar arasında. Genelde ilk sayfalar sıkar beni, ama çok şahane bir girişle sıkıcılıktan eser bırakmıyor kitap. Ben Lacivert Yayıncılık'ın Antik Batı Klasikleri serisinden okudum ve çevirisini yer yer yetersiz hissettim. Ki zaten giriş cümlesini dahi İngilizce olarak okuduğunuzda çevirinin farkını da çok net bir şekilde görüyorsunuz.

Charles Dickens'ın klasikleşmiş bir romanı olan İki Şehrin Hikayesi/A Tale of Two Cities yazıldığı dönemdeki romantik akımın izlerini yoğun olarak taşıyor. Bir kitap nasıl ve neden klasikleşir, İki Şehrin Hikayesi bu konuyu okunduktan sonra en iyi açıklayan kitaplardan birisi. Dickens her konuda o kadar ölçülü yaklaşmış ki betimlemelerde boğulmuyorsunuz ya da eleştirel yoğunlukta kendinizi çıkmazda bulmuyorsunuz. Fransız İhtilali döneminde İngiltere ve Fransa'yı konu alıyor. Bir yandan burjuvazi sınıfın, bir yandan da halkın sorunlarını anlatırken salt bir siyasi dönem eleştirisi yapmıyor. Hiçbir tarafı tutmadan Fransız İhtilali'nin doğuşunu, gelişmesini ve son halini anlatıyor yazar.

Gücü ele geçiren her kim olursa olsun ne kadar zalimleşebileceğini, burjuvalar tarafından ezilmiş halkın da güçlendiğinde her şeyi yakıp yıkabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken karşılıksız bir aşkı ve bir baba ile kızın yıkılmaz duygusal bağını da içinde barındırıyor. Karakterler zarif, diyaloglar sakin ve kısa ama çok anlam barındırıyor içlerinde.

Ve başlangıcı gibi bitişi de Carton'ın insanın içine işleyen cümleleri ile bitiyor. Eğer bir İngiliz klasiği okumak istiyorsanız Dickens'ın bu romanının en iyilerinden olduğu konusunda kesinlikle şüpheniz olmasın. Yumuşak geçişli ve hoş anlatımıyla size hem tarihi bir şölen hem de büyük bir fedakarlığın hikayesini sunacak.
"İntikam, jüri ve yargıcı görüyorum. Eskiyi yok edince ortaya çıkan sıra sıra yeni despotlar... Güzel bir şehir görüyorum ve bu boşluktan yükselen güzel insanlar... Ve onların zaferlerinde ve yenilgilerinde, daha gelecek uzun yıllar boyunca, bu zamanın kötülüklerinin kendilerini tükettiklerini görüyorum.
Onu görüyorum, yaşlı bir kadın... Bugünün yıl dönümünde benim için dua ediyor. Onu ve kocasını görüyorum. Yolun sonunda, gelmişler topraktan yatağın içinde yan yana yatıyorlar. O çocuğu görüyorum, onların kucağında yatan, eskiden benim olan o hayat yolunda yürümeyi hak kazanan. O hakkı öyle güzel kazandığını görüyorum ki, benim ismim, onun isminin ışığında anlam kazanıyor. Ve duyuyorum, duyuyorum çocuğa benim hikâyemi anlattılarını, zayıflayan, sevecen sesleriyle.
Bugüne kadar yaptığım en iyi, en iyi şey bu! Yakında kavuşacağım huzur, bugüne kadar tattığım her şeyden daha iyi..."

Ve merak edip girişi İngilizce okumak isteyenler için;

"it was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of light, it was the season of the darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct to the other way- in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good and evil, in the superlative degree of comparison only. "

Tess





Kitap Adı: Tess
Yazar: Thomas Hardy
Sayfa Sayısı: 543
Okuduğum Yayınevi: Martı (Çok tavsiye etmiyorum.)
Basım: 1 / 2015

Tess romanı Thomas Hardy'nin 1891 yılında yazdığı bir İngiliz Edebiyat eseridir. Kitapta ana karakter olan Tess bir köylü kızıdır. Tess'in babası asil bir soydan geldiklerini öğrendiğinde zengin akrabalarıyla irtibat kurmaya çalışır ve olaylar böyle başlar. İrtibat kurduğu ve akraba olduklarını düşündükleri bir kişinin yanına Tess'i yerleştirirler ama aslında bu kişi soyadını sonradan değiştiren sahte bir akraban başka biri değildir. Roman Tess'in yanında iki karakterle birlikte sürükleniyor başka mecralara. Alec D'urberville ve Angel Clare. İki zıt kutup olan bu karakterlerin aldıkları kararlar ve yaptıkları eylemler Tess'in hayatına yön verir. Tess her dönemeçte ayakta durmaya, güçlü kalmaya çalışsa da kederi onu takip eder.

Kuzeni olduğunu düşündüğü Alec tarafından tecavüze uğrayan ve hamile kalan Tess evine döner. Fakat çocuğu doğumdan kısa süre sonra ölür. Dedikodular ve baskılar yüzünden köyde daha fazla barınamayacağını düşünerek onu kimsenin tanımadığı bir yere gider ve orada Angel Clare ile tanışır.

Benim gözümde Angel Clare Tess'in yüksek ideallerini, geleceğini ve umutlarını yansıtırken; Alec D'urberville ise Tess'in sırtına yapışan ve gittiği her yerde onun peşinden sürüklenen karanlık bir geçmiştir.

Angel Clare, Tess'e kısa zamanda aşık olur. Tess, geçmişi yüzünden en başta kabul etmek istemese de ona olan duyguları nedeniyle kabul eder ve evlenirler. İkisi de evlendikten sonra birbirlerine bir şey itiraf edeceklerini söylemiştir. Tess'in itirafı Alec olacaktır ama Angel da geçmişte, kendinden yaşça büyük bir kadınla Londra'da ilişki içinde olduğundan bahseder ve Tess'ten onu affetmesini diler. Aynı itirafı Tess yaptığında ise onun bir günahkar olduğunu söylerek Tess'i terk eder. Burada yargısız infazından dolayı Angel asıl kötü karakter gibi gözükebilir fakat romanda sığlığı, kötülüğü ve yasak olanları asıl temsil eden Alec'tir. Çünkü Angel toplum kurallarının üzerindeki baskısından dolayı affedemiyor Tess'i, ama Alec topluma tamamen karşı koyan bir insan.

Bunun yanında kitabı okurken, ana karakterleri birçok kez silkeleme isteği uyandı içimde ve romanda Thomas Hardy'nin klasikleşmiş karamsarlığı çok açık bir şekilde görülüyor. Ayrıca kitap Thomas Hardy'nin bir geçiş dönemi yazarı olmasının izlerini de yoğun bir şekilde barındırıyor. Aristokrasinin çöküşünü, yenilikçiliği ve burjuvazi karışımını kitapta hissediyorsunuz. Ve hepsinin arasında sıkışıp kalan Tess'in savruluşunu görüyorsunuz.


Geceleyin otların üzerine uzanıp dosdoğru yukarıya, parlak yıldızlara bakacaksınız. Yıldızlara odaklanırsanız çok geçmeden ruhunuzun istemediği bedeninizden yüzlerce, yüzlerce mil uzağa gittiğini anlarsınız.

Hardy, erkek egemen toplumun kadını yok sayan, onu sadece ve sadece ihtiyaç duyulan bir maddeye indirgeyen tutumunu çok açıkça anlatırken Angel'in seçimiyle bireylerin ikiyüzlülüklerini de öne seriyor. Yazarın dili sade ve betimlerken gözünüzde tam anlamıyla canlanmasını sağlayan bir güce sahip. Fakat konu ve işleniş bakımından diğer İngiliz klasikleri arasında geride kalıyor. Bilinmeyen bir konu değil ama Thomas Hardy'nin gözünden okumak isteyenlere önerebilirim.

Ayrıca roman 1979 yılında Roman Polanski tarafından filme çevrilmiştir ve 3 Oscar olmak üzere toplam 13 ödül kazanmış, 12 ödüle de aday gösterilmiştir.

Dalgaların Sesi






Kitap Adı: Dalgaların Sesi

Yazar: Yukio Mişima

Sayfa Sayısı: 174

Okuduğum Yayınevi: Can

Basım: 1 / 2014
Dalgaların Sesi bir Yukio Mişima romanı. Ama benim Yukio Mişima ile tanışmam edebi yönü ile olmadı. Mişima sıkı bir Japon geleneklerini savunucu ve bu doğrultuda yaptığı bir protesto ile seppuki (geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak hayatına son vermiş bir yazar. Japon kültürünü araştırırken bir anda karşıma çıktı Mişima ve tarzı ile de bende sağlam bir yer edindi. Ondan sonra Mişima'nın edebi yönü ile tanıştım. Okuduğum ilk romanı ise Dalgaların Sesi, yazar üç kez Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilmiş ancak kazanamamış. Açıkçası kazanmasını isterdim çünkü sevdiğim yazarlar arasında çok iyi bir yerde.

Dalgaların Sesi küçük bir Japon adası olan Uta-Jima'da geçiyor. Burası küçük, insanların dürüst olduğu, geçimlerini balıkla, dalış yaparak sünger çıkartarak sağladığı, adadaki kadının da erkeğin de sorumluluklarından kaçmayıp görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalıştığı bir yer. Baş kahraman Sinji, saf, iyi niyetli ve çok konuşmayan birisi. Hikaye ise babası ölen ve annesine ile kardeşine balık teknesinde çalışıp bakan yoksul bir genç Sinji ile adanın en zengin adamının kızı Hatsue arasında başlayan ilk aşkı konu alıyor. Aralarındaki temiz ve saf hikayeyi anlatırken yazarın dili de bir o kadar duru. Uzun betimlemeler, yoran ve sıkan çıkmazlar yok hikayede. İki gencin kalbi kadar saf cümleler de.

Doğanın insanlar için söylediği şarkıyı duyabilen bir kahramanın yeni yetmelikten nasıl kendi iradesine sahip olabilen bir insan olduğunu da gördüm okurken. Ve doğayı dinlemenin sadece durgun denize bakmak değil, vücudunuzu döven dalgaların arasında kulaç atmak olduğunu da öğreniyorsunuz. Yazar anlatırken Sinji'nin yanaklarına iğne gibi batan rüzgarın uğultusunu duyacak, Hatsue'nin dalış yaparken yanmış ensesinin rengini görecek ve tuzlu suyun tadını alacaksınız. İyi okumalar :)

Bir Düş İçin Ağıt



Kitap Adı: Bir Düş İçin Ağıt

Yazar: Huber Selby Jr.

Sayfa Sayısı: 298

Okuduğum Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Basım: 2 / 2014

 

Kitabı böyle çevrilmiş ama ben filminin çevirisindeki gibi "Bir rüya için ağıt" demeyi seviyorum. Kitap bir bağımlılığın içine çekip erittiği dört insanın hikayesini anlatıyor. Amerikan rüyasının arka perdesinin sinsice aralanmasını anlatan, üslubu ve cümle kalıpları farklı olan bir kitap.

Bir televizyon çalma ile hikaye başlıyor ve bağımlılık nüfuz ettiği damarlardan kitabın sonunda değerli parçaları kopartıyor. Okuduğum başka bir kitapta şöyle bir cümle geçiyordu "Çalmak büyük bir suçtur." Bunu kitapta şöyle açıyordu; yalan söylerseniz insanların doğruyu öğrenme hakkını çalarsınız, bir babayı öldürürseniz çocuğunun babasıyla büyüme hakkını çalarsınız. Çalmak genel bir kavramdır. Bu kitaptaki baş-rolde ise çalmaktan başka bir şey yapmayan bir olgu var: Bağımlılık.



Bağımlılık denilince sadece damara zerk edilen uyuşturucu aklınıza gelmesin. Televizyon, yemek, seks, yalan söylemek, çalmak, çikolata... Hepsi bağımlılık olabilir, bağımlılık adını sizin tutumunuza göre alabilir.

Kitapta sıradan hayatlarını mutlu ve pembe bir dünyaya çevirmeye çalışan üç genç var. Bu gençlerden ikisi ise birbirlerine pamuk ipliğine bağlı bir aşka sahip. Çok sıkıldıkları bu dünyada sıkıntılarını dindirmek, ayaklarını yerden biraz uzak tutmak için esrar sararken bir anda hayaller farklı düşünceleri kamçılıyor. Hayaller için para gerekiyor ve para için de bağımlılık satma fikri akla geliyor. Bu noktada kitaba göre aklınıza uyuşturucu gelebilir sanırım. Ama bağımlılık satılan değil, sahip olunan bir şeydir ve karakterlerin bağımlı olma süreçleri hayalleriyle birlikte başlıyor.

Genç kadın kahramanımız bir ressam. Acıyı dindirmek, hayatını sıradanlıktan yaratıcılığa yüceltmek isteyen naif bir kadın. İstekleri ve sonu gelmeyen dozları bedenini en yüksek doz için takas etmesine sebep oluyor. Pamuk ipliğine bağlı aşk böylelikle bir sızı haline gelip geç kalmış bir dozun acısıyla tamamen unutuluyor.

İkinci kahramanımız ise bir siyahi. Arka sokakların yolunu ve yöntemini iyi bilen, annesinden çok küçükken ayrılmak zorunda kalmış bir yetim. Tek istediği huzur, mutluluk ve kavganın olmadığı bir hayat. Ama bir anda kendisini kavganın tam ortasında buluyor ve acısı ise en iyi kavga bittiğinde hissediliyor.

Yaşlı ve dul olan kahramanımız ise bir televizyon bağımlısı. Kocası yıllar önce ölmüş, tek oğlu ise artık onun yaşamıyor. Oğluna delicesine olan bağlılığını ve yalnızlığını ise televizyonla dindirmeye çalışırken bir televizyon programına çıkacağının sevinciyle zayıflamaya başlıyor. Şarlatan bir doktor ve zayıflama hapı zannedilen uyarıcılarla kahramanın hayatı alt üst oluyor.

Ve ana erkek karakterlerden sonuncusu ise beyaz bir erkek. Hayatının sonuna kadar yanında olacak bir izle devam ediyor yaşamına.

Bağımlılık ve kitap insanın her zaman yarınlarından vazgeçmesi gerekmediğini, bazen yarınla birlikte dünleri de unutmak gerektiğini anlatan en iyi yeraltı edebiyatı eserlerinden birisi.

Bayan Nobody-2 Lisenin İlk Günü

Lise yıllarıma şu an dönüp baktığımda çok dışlandım ve saçma bir insan olarak görüldüm. Gerçi tam olarak dışlanmak da denilemez buna, ben kendi kendimi dışlıyordum. Çoğu zaman ağzımı açmama yardım edecek tek kelimem bile yoktu. Erkeklerin peşinde deli divane olduğu kızlardan da değildim, popülaritem yoktu. Ya da bilmem neyin kızı diye de bilinmiyordum. Bu bizim okulda çok önemli bir durumdu, bilmem neyin yönetim kurulu üyesi olmak, falanca milletvekilinin oğlu olmak falan da falan… Okula gelen makam araçları ile hiç yarışmadım zaten. Ki benim gibi orta seviyeden, hatta daha çok düşük seviyeye yakın bir aileye sahip birisi bu yarıştan başarılı ile çıkamazdı. Şu an bir anlamı yok benim için ama o zamanlar gözüm baya korkmuştu bu görkemden. Yani anlayacağınız herhangi bir etiketim yoktu, lisede sınıfta insanlara verilen lakaplar benim için hiç verilemedi. Çünkü tanımlanmaya yetecek bir şeyim yoktu. Sizinde anlayabileceğiniz üzere tam anlamıyla Bayan Hiçkimse’ydim.

Fakat geçmişte böyle değildi. İlkokulda hep çocukluk arkadaşlarım ile beraberdim, sınıf birincisiydim. Sınıf birincisi olmak benim geldiğim yerde herkesin gözdesi olmaya yeter. Fakat o zamanlarda da arkadaşlarımın konuştukları şeylerle alakam olmazdı. Mesela âşık oldukları çocukları konuşurlardı ya da televizyondaki dizileri. Ben de bir ara özenip birilerine âşık olmuştum fakat görselliğim bunu mümkün kılmıyordu. Gidip kimseye çıkma teklifi falan da etmedim ya da mektuplar yazmadım tabi. Sadece saçma bir şekilde arkadaşlarla konuşuyorduk o kadar. Âşık olduğum çocuk benim için bir konuydu, daha ötesi değil. Biriyle bir şeyler paylaşma zevkinin ilk adımı. Eğer dizi izlemiyorsam bir yerden arkadaşlarıma tutunmam lazımdı. Ben de birine âşık oldum bu şekilde. Hatta sınıf birincisi olduğum için tüm itici görselliğime rağmen beni sevenler falan oldu, notlara âşık olmanın ilginçliğine o dönem çok takılmasam da kafam sonradan epey karışmıştı ve bu açık hakaret karşısında biraz üzüldüm. Zekâya vurgun erkekler olabiliyor yani ilkokulda. Ama yine de herkes ile konuşup sözümü dinletebiliyordum, insanlar beni dinliyordu, öğretmenler önemsiyordu. Evde ne kadar sorun yaşarsam yaşayım çoğu insanın ailesi de benim ailem gibiydi. Ben ne yaşıyorsam hemen hemen onlar da aynısını yaşıyordu. Daha farklı bir aile muamelesini sadece televizyondan görüyordum ki, onlar da tamamen bir hayal ürünüydü benim için.

Ama lise, ilkokul ile hiç alakalı olmadı, notlarım yaşadığım çalkantı ile bir anda düşüşe geçti. Ve bu evrede hiç arkadaşım yoktu. Az ama öz arkadaşlarımı kazanmam da daha epey zaman alacaktı. Ve sınıftaki insanlar ile de neredeyse sohbet edecek herhangi bir şeyim yoktu günlük yaşantımdan başka. Öyleki televizyon bile izlemiyordum, doğamdan gelen bir neşe ya da komedi yoktu, güzel bir hitabet yeteneği bana ihsan edilmemişti, hatta konuşurken adam gibi cümle bile kuramıyordum, insanları cezp edecek herhangi bir niteliğim yoktu. Donuk bakışlarım ile de insanları baya bıktırdığıma eminim, onun için sohbeti aranılan bir insan değildim pek.

Önce yanlış arkadaşlıklarım oldu, sonra onlar tarafından bir anda ortada bırakıldım. Hala nedenini bilmiyorum. Ve o bir yıl neredeyse tamamen yalnız geçti. Tek başıma oturuyordum bile denilebilir. Sınıfın duvar tarafında en arka köşesindeydim ve yanımdaki insan sürekli değişiyordu. Çok çeşitli insanlar oturdu yanımda, ilk kiminle başladı anımsıyorum. Lisenin ilk günü şöyleydi;
Sabah çok erken geldim okula, evim baya uzak olduğu için yolun ne kadar süreceğini kestirememiştim. Babam vardı yanımda. Kızını ilk kez bu kadar uzağa gittiğini düşünerekten kendisi de gelmişti. Bana pek güvenmiyordu. Oysa hevesli oluşumdan ötürü her şeyi bir şekilde öğrenirdim, öğrendim de. İlk bir hafta beni aktarma yaptığım yerden aldı sürekli. Tam bir anlaşmazlık timsaliydik, anlaşamamazın nedenlerine fazlaca değineceğim ileride.

Babam o sabah ne zaman gitti tam olarak hatırlamıyorum. Onunla çevreyi epey bir turladık okul saati gelene kadar.  O gün kendi kendime söz vermiştim. İlkokuldaki gibi olmayacaktı, sınıfta herkes ile arkadaş olacaktım. Aramı herkes ile iyi tutacaktım. Herkes muhabbetimi sevecekti. Böyle bir şey mümkün olabilir mi, hala bilmiyorum. Bir insan nasıl herkes ile çok çok iyi olabilir ki? Bizim sınıfta öyle biri yoktu mesela, en azından arası benimle iyi olmadığı için ben dışta kalıyorum. Ve ondan dolayı herkes ile iyi olma genellemesi tamamen ortadan kalkıyor. Her neyse, sınıflara girdik, bende bir cam kenarı merakı vardı, ilk hevesle birkaç kişi ile direk tanışmıştım ve gidip birlikte oturduk. Tabiî ki cam kenarından bir yer seçtik. Telefonlarımızı falan aldık birbirimizin. O zamanlar çağın getirdiği yeni telefonlara göre sadece arama yapan ve mesaj gönderen bir telefonum vardı. E250’nin modasının artık yavaş yavaş geçtiği dönemdi. İlk arada sınıfta biz konuşuyorduk biraz biraz. Ama hiç kimse dışarı çıkmadı ya da konuşmadı. Dershaneden ya da ilkokuldan arkadaş olanlar birbirini ziyaret etti ama ben kendi okulumda düz liseye gitmemiş tek öğrenciydim. Ve bir arkadaşım yoktu. Sadece ilkokuldaki Türkçe öğretmenim, komşularının kızı ile aynı liseye gittiğimi ve onunla tanışmam gerektiğini söyledi. Ama o konuya sonra değineceğim. İlk gün tasasız ve dertsiz geçti. MSN grubu kurduk hatta. Ve bir B sınıfı olma durumu vardı ki, benimle birlikte çoğu arkadaş hep A sınıfı olmuştu o güne kadar. Büyük değişim tabi, bunu da acaba dönüm noktası sayabilir miyiz? Pek sanmıyorum, ama şansımı denemek istedim.

Ertesi gün de aynı kararlılıkla ama biraz daha geç çıktım evden. Herkesle arkadaş ol, herkesle arkadaş ol, herkesle arkad… Bu düşünceyi sürekli tekrar etmesem de bilinçaltımda sadece bu vardı, artık bunun farkındayım. Ve bir anda sınıfa girince şok oldum, çünkü yerler değişmişti ve ben artık hocanın önündeki sıradaydım. Ama ilk gün oturduğum kişi ile oturdum, tatlı bir kızdı. Biraz garipti muhabbeti, ama eğlenebiliyorduk. Beraber takılıyor, şakalaşıyorduk, onun okula üçüncü girmiş olmasıyla ilgili sürekli açtığı muhabbeti dinliyordum. 

O gün mü, yoksa bir süre sonra mı bilmiyorum ama sınıf öğretmenimiz Bayan İngilizce yerlerimizi değiştirme kararı aldı. O kısım çok taze değil hafızamda. Herkesi tahtaya çıkardı ve kiminle oturmak istediğimizi falan sordu. Sıra arkadaşım Bayan Üçüncü ile aram iyiydi fakat ortak konuştuğumuz bir kız daha vardı. Bayan Üçüncü ortak arkadaşımızı seçti ve onun yanına doğru ilerledi. Fakat bu bende bir üzüntü falan uyandırmamıştı, hatta bir vefa sorumluluğundan kurtarmıştı. Böylece yeni arkadaşlıklar kurabileceğim mecralara yelken açacaktım.Fakat şimdi düşününce ne kadar hazin olduğunu görebiliyordum, kimseyi açıkça etkileyememe ve kendimi insanlara sevdirememe durumum baş göstermeye başlamıştı. Oysa insan kendi gibi olmalı, neden sürekli birilerine kendimi sevdirmek zorunda olmalıydım, bilmiyorum. Doğuştan gelen bir sevilme isteği var üzerimde, sanırım hala var. Ama daha az, en azından öyle umuyorum. 

Konuya geri dönersek böylece kafadan iyi olduğum iki arkadaşım yan yana oturuyordu. Onlar sağlamdı ve ben de bir şekilde bir yere yerleştim. Ama nasıl oldu hatırlamıyorum, duvar kenarı üçüncü sıraydı. Yeni sıra arkadaşım Bay BendenFarklı’ydı. Ve bir anda önümde, arkamda tamamen sınıfın klasik komik erkek grubu vardı. Bir kız grubuna tutunmak, sınıfta ayrık otu olmak istemeyen bir kız için çok önemlidir. Fakat ben halimden oldukça mutluydum, hatta hala o günden dolayı mutluyum.


Bayan Nobody-1 Olmak

Hayatta birçok dönüm noktası vardır. Ve her dönüm noktasının kendine has özellikleri, birbirinden farklı keskin kenarları, özünde başka duyguları barından bir havası vardır. Bugün de öyle bir gün sanırım. Bir dönüm noktası ve bu dönüm noktasının üzerinden vakit geçmeden, sisler dağılmadan ben kendi incelememi henüz yapamıyorum. Hala ruhum bedenimin üzerinde kurşun bir yelek gibi, söylemek istediğim şeyler boğazımda ve gözlerimde düğümlenmiş durumda. Ama onları açığa çıkartmamak konusunda oldukça iyiyimdir, o düğümler asla dışarıya açılmayacak biliyorum. En azından bu dönüm noktası için.

Bir tartışmanın ve benim gözlemlediğim kadarıyla bir savaşın ortasında insan çoğu kez tarafsız kalamaz. Karşınızdaki insan için tarafsızlık bile aslında bir tarafın daha çok hakkını savunur ve yine ona göre kendi için önemli olan düşüncenin hakkını daha az verir. Bunun için tarafsızlık yeleği çoğu zaman sizi bu konuma gerçekten taşımaz.

Ve sevmem gereken insanlarla, çok yakın olmam gereken insanlarla birlikteyken kendimi bir anda bu savaşın içinde buluyorum. Bu öyle bir savaş ki dost denilebilecek hiç kimsenin olmadığını düşünüyorsunuz o an. Özellikle karşınızdaki kişi on dört yaş dolaylarında bir ergen ise vay halinize. Her ergenlik çağındaki insan için demiyorum ama en azından benim tanıdığım ergen kişiyi gerçekten anlamıyorum. Açılmamakta da kendisi oldukça ısrarlı ve bu kişinin kardeşim olduğunu düşündükçe kimi zaman büyük bir üzüntü duyuyorum. Onu anlamıyorum, hislerinin ne olduğunu, en sevdiği rengi, en sevdiği yemeği bilmiyorum. Bildiklerim hep olumsuz özellikler; kitap okumaz, film izlemez, herhangi kültürel aktiviteyi dünyanın en saçma uğraşı olarak görür. Acınası bir hayatın hayalini kurar, gerçekler belki benim acınası dediğim şeyler fakat insan çok genç bir yaşta hayatın ana damarlarını kesip atamaz, atmamalı. Bu yıllarda yollar çok bulanıktır, insan nereye gideceğini bilemez, ona neyin ve hangi olayın yön vereceği konusunda çok fikri yoktur. Özellikle Türkiye gibi bir eğitim sisteminin içerisinde yoğurulup yetişen bir öğrenci için lisenin ilk yıllarının bir anlamı yoktur çoğu zaman. Nereden bildiğim konusu ise tamamen subjektif olarak kendi düşüncem ve yaşadıklarım.

Benim için lisenin ilk yılları kargaşaydı, arayıştı, ailemden kazanmadığım ve görmediğim düşüncelerin beynime akışı ve onu neredeyse yakma noktasına getirmesiydi. Kitap okuma alışkanlığı, film seyretme isteği, herhangi bir konuda derin bilgiye sahip olma içgüdüsü getirmişti bana. İnsan kelimesinin anlamını ırk ile değiştirmemeyi öğrendim, herkesin gözyaşının aynı renk olduğunu ve neredeyse herkesin dışkısının da aynı renk olduğunu öğrendim. –lütfen sağlıkçılar konuyu saptırmasın.-  Dünyanın oturduğum ilçeden ibaret olmadığını gördüm, neredeyse adamakıllı ilk kez mahalle dışına çıkıyordum. Her şey farklıydı ve ben öğrenmeye, her şeyi absorbe etmeye yemin etmiştim sanki.

Ailemin kardeşime de, bana da sosyokültürel açıdan çok şey sağlamadığını biliyorum. Gelişimine katkı sağlayacak en ufak bir şey dahi yapmamışken hatta önüne tonlarca set çekmişken onu suçlamak çok da faydalı değil, bunun fazlasıyla farkındayım. Fakat ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Yaklaşık olarak bile istediğim hayatı yaşayamasam da bunun hakkında umutlanabiliyorum, iyi ve bilinçli bir ailenin ne demek olduğunu ve insanın hayatında ne gibi farklar yaratabileceğini hayatımın bugüne kadar olan her aşamasında gördüm. El üstünde tutulan çocuklar ile kendi kendine düşe kalka ilerleyen çocuklar arasında zorlanma açısından büyük farklar oluyor. Fakat bunda annem veya babamın da tam anlamıyla ne gibi bir suçu olabilir ki? Özellikle onların da anne babası gibi bir etken varken ortada, yani dedelerim. Okumak onlar için önemli, fakat bunun nasıl sağlanacağı konusunda en ufak bir fikirleri yok. Ödev yapmak önemli, dersler 90-100 olsun, çocuk takdir alsın, bunlar önemli. Fakat alamıyorsa ne yapılacak? Hiçbir fikir yok, ben alıyordum onun için çok üstelemeye gerek yoktu. Peki, çocuğun yüzme öğrenmesi, bir müzik aleti çalması ya da herhangi bir dil konuşması bunlar tamamen önemsiz mi? Karakter olarak düzgün yetişmesi önemsiz mi? Yine hiçbir fikir yok tabi, önce bir okusun her şey olur sonra… Onlar için okuduktan sonra da onların sadece okul bitirmiş formları olmamız yeterli, fazlası önemli değil. Bir de namaz kılsın yeter. Hep onlar diyorum, ama buradan ebeveynler anlaşılmıştır diye umuyorum.


Kendi geçtiğim çoğu noktadan geçmesini kardeşimden de bekliyordum, çünkü o benim kardeşimdi. Ama öyle olmadı. Hatta beklediğim tek bir şey çıkmadı. Yönünü kaybetti, savruldu, kendi içtiği sigaranın dumanında kayıp ve içmiyorum diye ettiği her yalan yeminin arkasına saklanıyor. En hoşlanmadığım seviyedeki kültür düzeyinde ve en nefret ettiğim alışkanlıklara sahip. Aslında başladığı noktada hala ve ben de o noktadan başladım neredeyse. Tabi onun kadar eksilere inmedim, başlangıç çizgisinin bu kadar gerisini boylamadım. Ama eğer bir sıfır noktası ele alacaksak bu noktayı lise başlangıcım olarak ele almak isterim.